
Uzman psikolog Özgür Fatih Ataç’ın psikolojik meseleler isimli podcast yayınında Prof.Dr.Hanna Nita Scherler ile yaptığı söyleşinin yazıya aktarımıdır.
Podcasti BURADAN dinleyebilirsiniz
Gestalt yaklaşımında değişim, insanın kendisini olmak istediği yere doğru ittirmesiyle gerçekleşecek birşey değil. Değişim, öncelikle insanın olduğu yerdeki helleri ile temas etmesini gerektiren bir süreç. Temas ettikçe mevcut halinde değişiklikler oluyor. Yani A noktasından B noktasına kendisini getirmek istiyorsa B noktasını hedef alıp ilerlemeyecek. A noktasını kendine mümkün olduğu kadar ayrıntılı bir şekilde tanımlamaya çalışacak. İnsanlara tuhaf geliyor ne demek yani A noktasını betimlemek?
Üzgünsem niye üzgünlüğü tanımlayayım ki? Üzgünsem değiştirmem lazım. Mutlu olmak için bu hayata gelmedik mi?
Gestalt yaklaşımının önemli kavramlarından birisi kutuplardır, yani hayatın barındırdığı gerginliklerdir. Nedir bu gerginlikler? Bir gün gece ve gündüzden oluşur, 1 yıl, ilkbaha-yaz-sonbahar-kıştan oluşur. Varolmak, yaşamak ve ölmeyi barındırır. Dolayısı ile herşey kutbu ile mevcuttur, yani kutbun 2 ucu tamamı oluşturur. Mutlu olmak, bizim anladığımız kelime anlamı olarak, insan zihnini kurguladığı bir konumdur. Mutlu ağaç, mutlu tavşan yoktur. Tavşan tavşandır, çiçek çiçektir. Mutlu-mutsuz yok. Bunu insan zihni kurgulamış, kurgusal bir konum yaratılmış ve obna doğru gitmek makbulmüş gibi bir söyleme inandırılmış insanlar. Herşey maden kutbu ile birlikte var o zaman yaşamın içersinde bir insanın deneyimleyebileceği tüm duygulara yer var. Niçin o duygulardan bazılarını tercih edelim bazılarını istemeyelim? Eğer bazılarından özellikle kaçınırsak Gestalt bakış açısından kendimizi tamamlamamk için çaba sarf ediyor oluruz. Üzüntüyü de acıyı da yaşıyor olabilmem lazım ki sevincimin tadını çıkartıyor olabileyim. Üzüntüyü bilmezsem sevinci daha iyi tanımlayamam ki.
Zorlanmalar nerelerde olabilir?
İnsan olmak demek varoluşun 4 boyutunda varlık göstermek demek. Nedir bunlar? Fiziksel bedenimiz, duygularımız var, zihinsel kapasitemiz var ve hepimiz tinsel varlıklarız.
Fiziksel boyut nedir? Ne yiyorum, ne içiyorum, nasıl uyuyorum? Hareket ediyor muyum? Bedenime iyi bakıyor muyum? Bedenimdeki tüm ağrılar, rahatsızlıklar, halsizlikler, bunların hepsi fiziksel boyutta deneyimleyebileceğim şeyler. Bu duyguların hepsinin tohumları bende mevcut.bBunları öğrendikçe yaşım ilerledikçe bu duyguları daha gelişe gelişe yaşayabiliyorum.
Örneğin her bebek korkar, şaşırır, sevinç gösterir, üzüntü gösterir, tiksinir, öfkelenir. Bu duyguları öğrenmiyoruz. Bunlar mayamızda var. Daha sonra özellikle zihinsel kapasitemiz gelişip lisan öğrenmeye başlayınca zihinsel miktarı fazlalaşmış duygular yaşıyoruz, kıskançlık gibi, merak gibi, kaygı gibi (zihinsel bileşeni fazla duygu) . Dolayısı ile her duyguyu yaşayabilirim.
Zihinsel anlamda, algılama, anlamlandırma, sentez yapma, anımsama, çıkarsamalar yapma, soru sorma, ,ifade etme …
Tinsel anlamda da, tanımı biraz daha soyut, herkesin aşkın bir kapasitesi var, yani güneşin doğuşunu seyrettiğimde sanki güneşin doğuşu ile bütünleşiyorum diyebilir kişi. Ya da çok sevdiğim bir müziği dinlediğimde dinleyen ve müzik ayrışmaz, bütünleşir insan bazen. Hayatın anlamı ne, niye varım? Bu dünyadaki misyonum ne gibi sorulara herkes kendince bir cevap kurgular, bu cevap genellikle tinsel bir boyut barındırır.
Burada zorlanman hayatın anlamının ve amacının yitirilmesi şeklinde olabilir.
Fiziksel boyutta zorlanma hastalık şeklinde olabilir. Bedenin fiziksel anlamda arızalanması, işlevini yitirmesi olabilir.
Duygusal boyutta bazı duyguların gündelik hayatımızda deneyimlediğimiz kıvamından çok daha abartılı ya da çok daha az deneyimlenmesi şeklinde olabilir.
Zihinsel boyutta, bazı düşüncelerin çiklet gibi yapışması şeklinde olabilir, ne yaparsam yapayım o düşünce aklıma gelip duruyor, gitmiyor. Takıntılar olabilir, ben zaten şanssızdım, bugün de şanssızım, ilerde de böyle olacak gibi, istikrarlı karamsarlık düşünceleri.
Hiçbir insanın zorlanması başka bir insanın zorlanması ile karşılaştırılmaz, herkes kendi zorlanmasını kendi zeminine göre yaşar. Ama varoluşun 4 boyutunda zorlanmaları sezebiliriz dedim, peki zorlanma konuları nedir? Uyaranlar nedir?
Bedensel anlamda bir yorgunluk, bitkinlik, geçmeyen sivilce, geçmeyen baş ağrısı, çok sevilen birisinin kaybı, sevilen birisini hastalığı…
Duygusal anlamda insanı zorlayan uyaranlar: genellikle ilişkisel sorunlar olabilir, ilşkide insan nerde zorlanır? Sevilmiyorum, anlaşılmıyorum, kabul görmüyorum, kapsanmıyorum, reddediliyorum gibi Mazlov’ın ihtiyaçlar hiyerarşisini kafamızda örnek olarak bulundurursak , aidiyet basamağında genellikle bir uyaranla karşı karşıya kalırız. Bu sevilmeme, reddedilme, bir arkadaş , sevgili ,eş, anne-baba, akraba, öğretmen, patron, iş arkadaşları olabilir.
Varoluşun zihinsel boyutundaki uyaran ne olabilir? Genellikle bu boyut, benim benimle ilişkim ile ilgilidir. Herkes özsaygılı, özgüvenli olmak ister. Eğer ben kendi kendine özsaygımı yitirmiş olduğumu veya kendime güvenimin azaldığını düşünüyor olursam, zihinsel alanda zorlanıyorum demektir.
Bu tür düşünceleri aklıma getiren ne gibi uyaranlar olabilir? Kendimi herhangi bir konuda başarısız hissedebilirim, başarısızlık aslında bir his değil bir düşüncedir. Veya yetersiz olduğumu düşünebilirim, yetmiyorum, beceremiyorum, anlamıyorum, yapamıyorum gibi
Tinsel boyuttaki zorlanmalar nasıl gelebilir? İnsanın hayatında birdenbire ve dozu fazla olan travmalarla, insanın daha önceden kurgulamış olduğu hayat amacının sarsılması demektir. Şahsen ben bunun olmasına çok olumlu bakıyorum. Çünkü “ben kimim, bu hayattaki yerim ne?” sorusuna verdiğim cevabın birkaç senede 1 ziyaret edilip değiştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Yani 15 yaşındaki hayat amacımla 30-40-50 yaşındaki hayat amacım aynı ise vay halime! Değiştirmiş olmam lazım.
Sağlık ya da kayıp sorunu, ilişkisel sorun, başarı, başarısızlık, yetersizlik, yapamam gibi sorunlar ve hayatın anlamını ve amacını yitirebileceğim cinsten deneyimler. Bunları cetvelle çizer gibi birbirinden ayırmak mümkün değil, bunları konuşabilmek için ayırdım. Yoksa her deneyimin aslında hem fiziksel, hem duygusal, hem zihinsel hem tinsel boyutu vardır, ama biz o zorlanmayı deneyimlerken bu boyutlardan 1 tanesindeki semptomu daha çok yaşarız ama her deneyim mutlaka bu 4 boyutta yaşanır.
Her yaklaşımın dayandığı varsayımlar, inançlar, değerler vardır. Gestalt bakış açısının yaslandığı temel inançlar ve değerlerden birkaçından söz etmek isterim: nedir insanın kendisini gerçekleştirmesi? Sahip olduğu potansiyelin tamamını kullanabilecek esnekliği kazanması demektir. Nasıl bir domatesin çekirdeği domatesin son halinin tüm bileşenlerini kapsıyorsa bir insan embriyosunda insanın yetişkin halindeki alacağı halinin tüm bileşenleri o embriyoda vardır. Gelişim diye birşey vardır, kimse gelişim süreçlerini atlayamaz.
Bahsettiğim 4 varoluş boyutu temel yapılardır, her yapının sahneye çıkacağı belli bir yaş dönemi vardır.
Duygu yapısı 6 aylıkken sahneye çıkmaz, hiçbir bebek ben çok iyi besleniyorum, fiziken çok iyi gelişiyorum, ben tamamım, şimdi duyguya atlayayım diyemez.
2-3 yaşında o dönemi tamamlayacak, sonra lisanı öğrenmeye başlamakla birlikte zihinsel kapasitesine adım atacak. 8 yaşına gelmesi lazım.
Hümanistik felsefeye dayanır, yani davranışı ne motive eder? İnsanın kendisini gerçekleştirmesi motive eder.
Soyut düşünmesini bekleyemeyiz. 10-12 yaşındaki bir insanın tinsel boyutta var olmasını hiç bekleyemeyiz. Bir çocukta güzel bir doğa manzarası karşısında diğerleri ile bir deneyimi yaşabilir ama birlik bilincine ulaşmasını bekleyemeyiz, o daha ilerki yaşlarda olabilecek birşey.
Herhangi bir zorlanma olduğunda, yaşımız önemli bir kere. Yetişkin insanlardan bahsedelim, yani 20 ve üstü diyelim. Son zamanlarda vertigosu olan insanlarla konuşuyorum, deneyimlerini soruyorum, genelde şunu söylüyorlar: o vertigo atağı geldiğinde ya oturmam ya yatmam lazım, hiçbir şey ile ilgilenemiyorum, çok hızlı başım dönüyor.
Bunu yaşarken kendini nasıl algılıyorsun sorusuna genelde aldığım cevap şu oluyor: bir sürü işim var, yapamıyorum, sinirleniyorum, bir türlü geçmiyor, işim gücüm var, beni geri bırakıyor gibi. Genellememeli ama bu sorundan muzdarip insanların çok çalıştıkları, hayatlarında işlerine öncelik verdikleri , ailelerine zaman ayırmadıkları, aileleri bıraktım kendilerine hiç zaman ayırmadıkları
Taoizm ve budizmden de almıştır. Tao_yaşam. Yaşamın kendine has bir döngüsü var. Uzayın da dünyanın da bedenimizin de bir döngüsü var. Beden bilincin içinde hayat bulduğu araç. Böyle olduğunu düşünürsek, zihin-beden-ruh-zihin-beden, birbirinden ayrılmaz parçacıklar. Nasıl sindirim sistemi ben bugün çok yorgunum, üzgünüm, başınızın çaresine bakın demiyorsa, yani bedenimizdeki sistemler birbirleri ile karşıt bağımlı ve etkileşim içersinde çalışıyorsa bu varoluş boyultarı da aynı şekilde kendi içlerinde bir bütün olan yapılar olabilirler ama insanı insan yapan bu 4 yapının karşıt bağımlı şekilde birliktelik oluşturması, yani bedende bir sorun varsa bu sadece bedene has bir sorun olarak bakılmaz gestalt bakış açısının varsayımına göre. Şöyle bakılır: bedenin sana, bedeninde oluşturduğu semptom nezdinde, eğer ona farkındalıkla eğilmeye karar verirsen, önemli bir mesaj barındırıyor. Yerse diyor. O mesajı duymak ve onunla temas etmek istersen bedenin o oluşturduğu semptomla sana seslenebildiğini, sana anlatmak istediğini anlatabildiğini deneyimleyebileceği için o semptomu sürdürmeyecek. Ama sen “ahanda başağrısı ilacı, haydi geç” yaparsan belki o ilacın etkisi ile o anda başağrın geçecek ama çok bilge olan beden diyecek ki “haaa bu haykırışımla kendimi duyuramadım, demek ki haykırma kıvamım artmalı” o zaman daha sert semptomlar gelecek.
Bu söylemimizden şu anlaşılmasın: ilaç kullanılmasın demiyoruz, tıbben ne gerekiyorsa onu yapınız, bu gestaltvari süreci ele almanıza engel değil ama aynı zamanda bedeninizdeki rahatsızlıkla temas edin. Temasın 2 işlevi var: ben konuşuyorum, sizzler beni dinliyorsunuz, benimle göz teması halindesiniz, hatta bedeniniz bana doğru kaykık, bütünleşiyoruz. Bu sohbetimiz sonlanınca bu sohbetten farklılaşacağız. Nefes alınca hava ile bütünleşiyoruz, nefesi verince havadan ayrışıyoruz. Başım ağrısı ilaç alayım geçsin ,temasın farklılaşma işlevine örnek. Neden? Çünkü diyorum ki sende nerden çıktın şimdi? Ben seni istemiyorum, git! Bedenim bana kendi yapısındaki dili ile birşey anlatmaya çalışıyor, zihnimi bedenimin kendi lisanında bana anlatmaya çalıştığını anlamak için kullanayım burada. Ona hükmetmek için değil, sende nerden geldin deyip azarlamak, ötekileştirmek için değil, bedenimdeki herhangi bir oluşum oradaki hücrelerin kendi kendilerine biz bağımsızlığımızı ilan ettik, sizinle bütünleşmiyoruz demesidir. Neden bağımsızlığını ilan ediyor? Çünkü ait olduğu bütünü artık tehtid olarak algılıyor. Bu vertigodan muzdarip kişiye dönersek bedeni ona diyor ki: yoruldum artık, öyle birşey yapacağım ki hiçbirşeyle uğraşamayacaksın! Sadece yatacaksın. Başka nasıl anlatsın? Dengemi bozdun diyor, bana hiç zaman ayırmadın, hareket etmiyorsun, güzel birşey yapmıyorsun, çalışıp duruyorsun, doğru düzgün beslenmiyorsun, yeter artık diyor.
Vertigodan muzdarip olan sen kimsin? Onu anlat bana. Neden ? bu çok önemli, çünkü sen kendini vertigosuz taraftan tanımlıyorsun, vertigoyu nereden geldi bu başbelası diye görüyorsun. Ama vertigoyu oluşturan hücreler ve onun ardındaki o bilinç senin bu işe düşkünlüğünü tehtid olarak algılıyor aslında. Taoizmden aldığı gestalt yaklaşımı: biz taonun parçasıyız, herbirimiz kendi içimizde bir bütün olduğumuzu düşünebiliriz. Ama hepimiz aynı bütünün parçalarıyız. Zeminimiz aynı, aynı zeminin bedenlerdeki tezahürleriyiz, mademki aynı bütünün tezahürleriyiz o zaman Tao’nun kendi döngüsü ayrı bedenlerde ama aynı şeyin göstergesi, o zaman bedenimizin tek bir amacı var o da fabrika ayarlarından uzaklaşmamak, fabrika ayarları doğduğumuz zamandaki ayarlar, çok güzel doğuyoruz, herşey tıkırında işliyor, bozduğumuz zaman fiziksel yapımız sinyal veriyor, anayoldan uzaklaştın geri gel diyor, nasıl yapsın, kendi lisanında söylüyor.
Nasıl temas edecek? Önce zorlanmayı bir değişim fırsatı olarak tanımlayacak, bir başbelası olarak değil, nasıl temas edecek? Gestalt bakış açısının metodolijisi fenomenolojik metodolojidir. Ne demek bu? Bir insanın bilebildiği tek şey “şu anda ne deneyimlediğidir” başka birşey değildir, şu anda bir ağrı sızı deneyimliyorsam benim deneyimim odur.Nerden geldin, ilaç aldım, geç…bunlar o anki gerçeğim değil, bunlar o anki gerçeğimin ortadan kalkması için ne yapabileceğimi düşündüğüm düşüncelerdir. Gerçeğim değildir. O anki gerçeğimi şöyle tanımlayabilirim, 5 duyumla algıladığım herşey o anki gerçeğimdir. Bedenimdeki herangi bir ağrı sızıyı o an algılayabilirim tabii ki, onu tanımlamaya başlamak, onunla şimdi ve burada temas etmenin en belirgin uygulamasıdır.
Mesela başın ağrıyor, vertigodan gittik, oradan devam edelim: kulağımın içine sanki sıcak birşey doluyormuş ve geçici olarak duymuyorum, orada da müthiş bir hareketlilik seziyorum, ve ayakta duramıyorum, yatasım geliyor hatta gözlerimi de açık tutamıyorum, etraf dönüyor.
Kulağındaki bu sezgiye odaklanalım: Ne büyüklükte birşey? Pinpon topu kadar mı? tenis topu kadar mı? rengi var mı? sesi, dokusu var mı? hareket ediyor mu? Şekli nedir gibi…aman ne saçma şeyler, başım dönerken bunlarla mı uğraşacağım? Bu bir seçim. Zorlanma ile temas etmek bir niyettir. Niyet etmezsem zaten o yola baş koymuyorum demektir. Niyet etmiyorsam ve sürekli ben bundan kendimi nasıl kurtarabilirimde kendini konumlandırıyorsan direnç gösteriyorsun. Ne yazıktır ki direnç gösterirken sarf edilen çaba direnç gösterilmezse sarf edilecek çabadan 1000 misli daha fazladır. Yani o direnci göstermek için sarf edeceğim çaba yerine bilinmez, muğlak, bana karanlık ve ürkütücü gelen yere doğru adım atacak cesareti gösterebilirsem orada sarf edeceğim çaba çok daha az olacak aslında.
Büyük bir yuvarlak ve onun içersinde birçok noktacık düşünelim. Hepimiz birer noktacıklarız. Noktacık olarak noktanın izin verdiği perspektife sahibiz. O noktanın perspektifi ile bütün hakkında ahkam kesecek şuursuzluk derecesindeyiz. Şunu Kabul etsek: benim perspektifimçok kısıtlı, kısıtlı olduğunu biliyorum, böyle olmak zorunda olduğunu biliyorum. Ama en azından fırsat yakaladığımda o perspektifi değiştirecek, geliştirecek, yenileyecek o çabayı sarf etmeye niyetliyim .
İlişkisel alandan örnek verelim. İlişkisel alandaki zorlanmalar değişim fırsatı olarak kullanılması daha zor alanlar. Neden? Çünkü karşıda kızacak, had bildirecek, üstünde tepinecek birisi var! Seninnnn yüzünden ben acı çekiyorum! Sennn beni anlamadığın için! Sennn beni kapsamadığın için! Sen değiş ki ben de iyi hissedebileyim! eninde sonunda seni değiştireceğim! Buna inanıyorum.
Bunların hepsi direnç, hepsi ikame tatmin. İlişkisel zorlanmalarda muhatap zinhar karşındaki kişi değildir! Karşıdaki kişi olsa olsa bana takıldığım yeri aynaladığı için minnet duyacağım kişi olabilir. O kadar.
“Sensiz yaşayamam” yoktur. “Senin varlığındaki kendimsiz yaşayamıyorum” var. Bu da kısıtlayıcı birşey.
Örnek: Uzun zamandır beraberiz, ben evlenmek istiyorum, o evlenmiyor. Onu beklemekten yoruldum, ne zaman teklif edecek, ne zaman evlecek?
Veya, o evlidir, kadın veya erkek, bana boşanacağını söylüyor, boşanmıyor, beni kandırıyor, beni oyalıyor. Pardon da senin iraden nerede? Ben böyle bir zeminde kendimi tutumuyorum, böyle birşeye kendimi muhatap bırakmıyorum deme iradesine kendin niye göstermiyorsun da karşındakini suçluyorsun? Senin payın burada nerede? Bu kısmı ilişkisel alanlarda çok zor geliyor.
Ya da eşlerden birisi başka bir şehirde, yurtdışında çok güzel bir teklif alıyor, karısı veya kocasıyla konuşuyor, beraber karar veriyorlar, teklif almayan taraf mevcut işinden ayrılıyor ona eşlik etmek için. Gidiyorlar, güzel kazanıyorlar, çalışacak olan çalışıyor, diğeri daha domestic işlerle ilgileniyor veya ayrıldığu kariyerinden çok daha aşağıda birşeylerle ilgileniyor. Yıllar geçiyor, o kişi eşini suçluyor, “ben senin için fadakarlık yaprım, bunu haketmiyorum diyor. Bir dakika, o seni zorlamadı ki, sen karar verdin, karşındakini suçlamak çok kolay, bunda benim payım ne?
İlişkisel zorlanmalarda seni adam edeceğim,sana haddini bildireceğim, sana kendimi anlatacağım, seni değiştireceğim, seni yok sayacağım…bunların hiçbiri temas değil, hepsi ikame tatmin, direnç.
Temas: bana seninle evleneceğim deyip hiçbir zaman evlenme teklif etmediğinde ben ne yaşıyorum? bende ne oluyor? Benim işim orada başlıyor. Beklentide mi kalmayı tercih ediyorum? Umud edip hayal kurmayı mı tercih ediyorum? Nedir esas temas etmekten kaçındığım? Ayrılırsam ne olacağımdan mı tedirginlik duyuyorum? Yalnız kalmaktan mı çekiniyorum? Esas beni büyütecek olan o’dur. Onunla temas etmiyorum, zihinsel anlamda da öyle, başarısızlık, yetersizlik, bu amirle olmuyor, bu işte olmuyor, iş değiştireyim. Değiştir, ama öbür işte de oluyor aynı şey, bütün amirler mi kötü? Bütün işler mi kötü? Burada senin payın ne? Orası ile temas etmek istemeyen kişi, bunları yaşamak zorunda. Ve haykırışlar daha sert, daha sert geliyor.
Temas edebilmek için belli bir mevcudiyet niteliği barındırmak lazım. Nedir bu mevcudiyet niteliği? Ilkokulda yoklama yapılırdı, isimlerimiz okunurdu, buradayım buradayım derdik. O zaman “buradayım” kelimesinin ne kadar derinliğinin olduğunun farkında değildim. Kendimle temas etmek için gerçekten burada mıyım? Hepimiz, birilerinin bizi sevgiyle şevkatle yaklaşmasını , ihsanla bizi dinlemesini, bizi kapsamasını çok isteriz. Biz kendimize bu şekilde yaklaşmak için zaman ayırıyor muyuz? Biz kendimizdeki bu kapasitenin farkında mıyız? Niçin hep dışarıdan birisi bunları bana sunmalı? Niçin ben kendime sunamayayım? Bunun için belirli mevcudiyet nitelikleri gerekir. Nedir o nitelikler?
“Almak” kelimesi üzerinde durmak istiyorum. 2 tür almaktan bahsedeceğim. 1 tanesi ben bu bardağı bu masanın üzerinden almak istiyorum alıyorum. Ya da ben kendime şu mecmuayı almak isyiuorum, parasını veriyorum, alıyorum. Bahsettiğim mevcudiyet niteliği bu tür bir almak değil. RECEİVİNG: Kabul etmek.
Değil dediğim almakta, şöyle düşünün: elinizi parmaklarınızla birşey kavramak kavrayacağınız şeye doğru uzattığınızı hayal edin. Ama gerekli olan mevcudiyet niteliğinde, avucunuzu yukarı doğru açıp parmaklarınızla avucunuza geleni kavrayabilmek üzere hazırlandığınızı düşünün. Yani bu şu anlama geliyor: ne ile karşılaşacağıma ben karar vermiyorum, bir tevekkülden bahsediyorum aslında. Karşılaştığım her ne ise, onu tutmaya niyet ediyorum, onunla temas etmeye niyet ediyorum. Receive ediyorum, take etmiyorum. Buradan da şu anlaşılmasın, hayatta take de edeceğiz tabii ki. Öbür tür almayı alet çantamızda barındıralım, o da lazım. Ama zorlandığımda, kendimle temas etmek için almak, satin almak, had bildirmek, kovmak değil: bu geldi başıma, şimdi ben bununla ne yapacağım. Böyle bir tevekkül göstermek. O tevekkülü gösterdikten sonra vermek. Ne tür vermek? 2 tür vermek var. 1 .tepki vermek yani, sen bana bunu nasıl yaparsın? Ben bunu hak etmiyorum. Ben sana demedim mi, sen beni dinle. Bunların hepsi tepki vermek, tepki diğerine verilir. Bahsettiğim mevcudiyet niteliği bu değil.
Bahsettiğim mevcudiyet niteliğinde vermek; kendi ihtiyacıma yanıt vermek, işim başkası ile değil, işim kendimle.
Almayı da vermeyi de kendimle ilgili uyguluyorum burada. Bana gelen alıyorum.O andaki ihtiyacıma yönelik bir yanıt veriyorum, o andaki ihtiyacım bu bakış açısında nedir? Bu zorlanma bana benimle ilgili bir şey gösteremeye çalışıyor.Ya bedensel alanda, ya duygusal alanda, ya zihinsel, fiziksel veya tinsel alanda, ya da hepsi birlikte. “Ben bunun barındırdığı mesajı anlamak üzere zorlanmamla temas etmeye niyet ediyorum” ihtiyacıma yanıt vermektir.
Fenomenolojik çalışırken insanları en fazla zorlayanın şu olduğunu görüyorum: O zaman niye öğreniyoruz? Öngörebilmek için öğreniyoruz. Deneyimlerimizden niye öğreniyoruz? Öngörebilmek için. Şöyle şöyle olmuştu, yine bak şartlar benzer, önceki gibi olma olasılığı çok yüksek. Evet, ama yaşam gerginlikler barındırır, o olasılık %50 ise %50 de başka türlü olma olasılığı var. % 50yi unut demiyoruz ki, onu da barındır, aynı zamanda sanki o deneyimi ilk defa yaşıyormuşsun gibi kapsama alanını daha önceden algılamamış olabileceğini algılama olasılığını düşünerek açık tut. Yoksa 1 gözlüğün var ve benzer durumlara o gözlük çerçevesi ile yaklaşıyorsun demektir. O zaman o deneyimlerini o gözlük çerçevesi ile anlamlandırıyorsun, onun dışında birşey görmüyorsun.Bununla ilgili şöyle bir örneğim var; Baba oğluna der ki “oğlum ayağını yorganına göre uzat, ödeyemeyeceğin borçlar alma, bak ben öyle yapıyor muyum? Ne alabiliyorsam onu alıyorum. Adamın böyle bir korkusu var, borç alınmaz. Bunu o kadar çok içselleştiriyor ki bu kişi, sonradan birisi ile beraber bir iş kuruyor, bu iş çok iyi gidiyor, çok iyi kazanıyorlar, ortağı diyor ki: bak şimdi işi büyütme zamanı, biz bankadan kredi alalım, alabilecek durumdayız, büyütelim bu işi. Kredi alınmaz, ne gerek var diye müthiş bir tepki gösteriyor, ama eskiden babasının ona bunu söylediği zamanlarda babasının gerçeği onu gerektiriyordu. O zaman için ona inanmak işlevseldi. Aradan yıllar geçmiş, 20 yıl önceki döviz kuru ile bugün işlem yapmak gibi birşey. Önceden formatlanmış, şimdi aynı format aradan yıllar geçmiş olmasına ragmen hiç yenilemeden tedavülde tutmak istiyor. Böyle birşey yok.
Soru: En başta başladığımızda insan zihni mutluluğu kurguladı gibi birşey söylemiştiniz, neden böyle bir ihtiyaç doğdu? İnsan neden böyle birşey kurgulama gereği hissetti?
Sosyalizasyon süreci diye birşey var, bu süreç, çocuk içinde doğup büyüdüğü ailenin dünyayı nasıl algılayıp anlamlandırdığını içselleştiriyor, öğreniyor, genelde, sorumluluk almamak, seçim yapmamak, sonucuna katlanmamak insanlara daha kolay geliyor. Birisi benim sorumluluğumu alsın, sonuçlarına ben katlanmayayım,birisi katlansın. Çocuklukta bu zaten doğal, anne baba alıyor sorumlulukları. Büyürken anne babanın hayat nedir, amacımız nedir sorusuna açık açık olmasa bile söylemleriyle yaşam tarzları ile çocuklarına anlatıyorlar. Çocuk onu içselleştiriyor ve onu tutturursa mutlu olacağını, onu tutturursa olması gerektiği gibi yaşayabileceğini düşünüyor. Mutluluğu sosyal yazılım çerçevesiznde nasıl tanımlandığını özetleyebilirim: sıhhatli ol, güzel ol, sevil, ait ol, başarılı ol, yeterli ol ve hayatının bir amacı anlamı olsun. Böyle söylendiğinde insanlar hasta olduklarını veya fiziksel olarak güzel olmadıklarını veya güzelliklerine gölge düşürecek bir olayla karşılaştıklarında mutsuzlar. Sevilmediklerinde, kapsanmadıklarını düşündüklerinde mutsuzlar, yetersiz başarısız olduklarını düşündüklerinde mutsuzlar. Hayatın anlam ve amacının kaçmış olduğunu düşündüklerinde mutsuzlar. Halbuki Gestalt bakış açısında bu deneyimler gelişme fırsatıdır, hastalığı da yaşayacaksın ki hem bedensel sağlığı hem de sağlıksızlığı da yaşayacaksın ki bütünleşebilesin. Hem sevilmeyi, ait olmayı hem tek başınalığı farklılığı yaşayacaksın ki bütünleşebilesin. Hem başarıyı yeterliliği, hem başarısızlığı deneyimleyeceksin, o yüzden kurgu. Bana göre mutluluğu tanımla desen, bu bahsettiğim gerginlik spektrumunun her 2 ucunda ihtiyacım doğrultusunda olabilme esnekliğini kazandıysam mutluyum. Hastalığımı da kendim için bir fırsata çevirebiliyorsam mutluyum. Başarısızlığımı da, yetersizliğimi de, anlam kaybımı da.
Soru: Varoluş boyutları birbiri ile bağlantılı ve ne yaşarsam yaşayayım aslında o 4 varoluş boyutunda da bir izdüşümü, getirisi oluyor bende. 11 yaşında birinden tinsel varoluşunu bilinçli bir hale varmasını bekleyemeyiz. Şimdi ben 11 yaşında bir deneyim yaşıyorum ve bu deneyim bende bir iz bırakıyor ve ben tinsel varoluş boyutunun bilincinde değilim burada, ama 4üyle birlikte yaşadığım için aynı zamanda tinsel varoluşumda da bir izdüşümü var. Bu daha sonra kendisini nasıl belli eder ve ben bunu nasıl anlarım?
Güzel bir soru, Gestalt bakış açısında bütün şifa süreci aslında bu boyutta gerçekleşiyor, zolanma her ne ise şimdi ve burada sanki o yaştaymışsın gibi o deneyimi tekrardan dile getirme , o yaşta deneyimliyormuşsun gibi anlatma zemini oluşturuyoruz çalışırken. Şifalanma şurada oluyor: O çocuk yaşadığı zorlanma her ne ise o zorlanmayı yaşadığı dönemde ebeveynlerinden veyahutta duygusal olarak ona yakın olan birisinden o anda arzu ettiği şekilde bir kapsanma yaşamıyor ve alacaklı kalıyor. Yetişkin yaşamında iz bıraktığı şey o alacak, bizim Gestalt yaklaşımında “bitmemiş mesele” dediğimiz şey. O alacaklı durumunu kendisine vermeyen ebeveyn yerine farklı alternatifler koyarak şimdi bu verecek, şimdi bu verecek diye sonsuza dek beklemeye hazır. Hepsinde de alacaklı durumu biraz daha katlanarak büyüyor, buradaki tinsellik şu: alacaklılığımı ancak ben kapsayabilirim. Yetişkin halim içimdeki küçük hali kapsayabilir. Dışarıdan bir insan hiçbir zaman o alacaklılığını gidermeyecek, ben bir zamanlar o zorlanmayı yaşadığımda etraftan görmediğim şefkati, kabulü, anlayışı yetişkin halimle içimdeki küçüğe vereceğim, yani tinsel olarak çoktaki bire getireceğim kendimi. Çok dediğim farklı insanlarla aynı deneyimi yaşıyorum. Her defasında hayal kırıklığım biraz daha artarak. Fenomenolojik metodolojide ne yapıyoruz? Çocuk hali ile yaşadığını anlatıyor, sonra sahneye yetişkini getiriyoruz, yani fantastic bir çalışma aslında. Şu anda sanki sen ikiye bölündün gibi, yetişkin versiyonun var ve içinde barındırdığın küçük versiyonun var. Küçük versiyonun feryadını anlattı, şimdi yetişkin versiyonunla onu dinledin. Dedin ya birisi bize sevgiyle yaklaşsın, şevkatle dinlesin, Hep başkasından bekliyoruz. Ama sen şimdi dinledin kendini, o mevcudiyeti gösterdin, burada oldun kendini dinlemekle. Bu bile şifalanmanın başlangıcı, birşey yapmana gerek yok, birşey değiştirmene gerek yok, sadece içindeki çocuğun feryad etmesine izin ver ve o feryad ettikçe onu dinle, ona sarıl, onu kapsa, ben buradayım de, ben sen ve çok daha fazlasıyım de, dışarıdaki 3.şahıslar seni görmüyorlar aslında. Benimle ilişki halindeler. Ama sen aniden sahneye çıkıyorsun ve o kişinin boynuna sarılıp ben alacaklıyım, vereceksin diyorsun. Karşıdaki ne olduğunu anlamıyor, benden de beklemiyor böyle birşeyi aslında. Dolayısıyla “ben” buradayım, benim yakama yapış, seni kapsayacak olan sadece benim diyebilmeye başladığın zaman tinsel anlamda aşkın bir seviyeye gelmiş oluyorum, yani “transpersonal” diyoruz biz ona. Dışarıda aramanın nafile olduğunu, aslında dışarıdaki vermeyen kişinin bana artık dışarıda kendime vermenin zamanının gelmiş olduğunu habercisi olduğunu anladığımı, bu yüzden ona teşekkür ettiğimi ve artık elimde priz sokacak bir fiş aramaktan vazgeçtiğimi, o fişi kendime sokmam gerektiğinin idrak ettiğimin resmi oluyor, şifalanma bu aslında.
Ö.f.a. Birçok ilişkide, kişinin kendisi ile ilişkide belki de en kritik kırılma anlarından biri çocuğun keşfi bence, sanki bir anda bir ışık çıkmaya başlıyor, en azından kişisel deneyim olarak paylaşayım. A burada bambaşka bir dünya var, gerçekten gidip hesap soracağımıza, o ilkokuldaki sim okuma örneği gibi, çocuğun ismini okumamaya başlıyoruz ki o çocuk buradayım desin, bazen haykırıyor biz de sen bir sus deyip birşeyle ilgileniyoruz gibi geliyor bana.
Soru: Direnç gösterirken daha fazla çaba sarf ediyoruz. Direnç göstermezsem kendimi kapsayacağım ve büyümeye ve bütünleşmeye başlayacağım. Orada bir direnç gösteriyorum. Bunu kendime neden yapıyorum? Direnç göstererek kendi yolumu neden kesiyorum?
HNS:Bunun cevabı çok uzun, çok güzel bir konu. Özetle:
Direnç göstermek demek, ben şuyum diye, hayat ta budur diye bir çıkarsama yapıp ona tutunasım var demektir. Direnç göstermek demek, o tutunduğum yeri bırakmak istemiyorum demektir. Vertigosu olan kişiden örnek vermek gerekirsek, “hayat çalışmaktır” diyor ama 40lı yaşlarında hayat ona çalışmak olmadığını anlatmaya çalışıyor. Şimdi bütün hayat nedirle ilgili verdiği cevabı yerle yeksan etmek zorunda, yani varlığım işe armağan olsuncu, varlığını neye armağan edeceğini bile bilmiyor.
Hayatımızın çeşitli dönemlerinde; Ben= şu, Hayat=bu diyoruz ve onu mutlak zannediyoruz. Onun değişmesi için bir zorlanma ile karşılaştığımızda hoşumuza gitmiyor. Çünkü kamp kurasımız var orada. “Ay o kadar gelmişim, çadırımı açmışım, içine oturmuşum, yerleşmişim, şimdi baştan mı toplanıp gideceğim?” Evet, kamp kuracak bir yer yok, tam kamp kurup yerleşeceksin hayat önüne başka bir diyara gitmen gerektiğini gösterecek bir deneyim getiriyor. Bunu kabullenmemiz lazım.
Kamp kuracak bir yer yok, o yüzden direnç gösteriyoruz. Direnç göstermek şu demek: kendimi bir yapı ile özdeşleştiriyorum. Kimi insan en çok ölmekten korkar. Kimi insan en çok terk edilmekten korkar, kimi insan en çok başarısız olmaktan korkar.
Eğer başarısız olmaktan korkuyorsam, ben kendimi zihinsel yapımla özdeşleştirdim demektir. Eğer yalnız kalmaktan, sevilmemekten korkuyorsam, ben kendimi en çok duygusal yapımla özdeşleştirdim demektir. Eğer fiziksel ölümden korkuyorsam, kendimi en çok fiziksel bedenimle özdeşleştirdim demektir. Bunların hiçbir tanesi sahip olabileceğimiz birşey değil, bunun idraki çok yıllar alıyor.
Aslında hiçbir şeye sahip olmadığımız, olamayacağımız ve hiçbir şeyi kontrol edemeyeceğimi, öngöremeyeceğimi idrak edeceğim bir süreç içersindeyim. Direnç gösteriyorum çünkü bunu kabul etmek işime gelmiyor. Nereye sığınacağım? Hiçbir yere. Yok çünkü.
Birşeyleri kapsayıp aşmak ne demek?
Ben sevilmekten hoşlanıyorum, kapsanmaktan hoşlanıyorum, sevgilimin beni düşünmesini bana çiçek almasını , benim için konser bileti almasını seviyorum. Ben düşünülmek istiyorum, düşünüldüğüm zaman kendimi iyi hissediyorum. Bunu bırakman gerekmiyor ki. Ama birazcık ta düşünülmeden de varolmayı deneyimle. İnsanlar zannediyorlar ki mevcut konumu bırakmak demek, ondan tamamen ayrışmak demek, hayat boyu bir daha onu yaşamamak demek. Kapsayıp aşmak demekse onu da cebine koy ama cebinde daha yer var, o ve daha fazlası.
Gelişim, evrim ne demek? Her an ve o an’a kadar olan herşey ve biraz daha fazlası. Delete yok. İnsan evriminde delete yok, bilgisayarda var, insanda yok. Hiçbir şeyden kopmuyoruz aslında hepsi bizim geçmişimiz, hepsi bizim hücrelerimizin bile hafızası var, hiçbir şey unutulmuyor, her an o ana kadar deneyimlediğim herşey ve biraz daha fazlası. Hiçbir öğrendiğim beceri kaybolmuyor, hiçbir deneyimim yok olmuyor.
Ö.F.A. Batı toplumlarında zihinsel varoluş hepsini yönetiyormuş ta onun bildiği daha doğru daha önemli gibi geliyor, zihnimle öğreneyim, zihnimle planlayayım, 3 yıl sonra bu olacak 5 yıl sonra şu olacak. Sanki hepsini yönetecekmişim gibi bir süreç var ve sanki bunları konuşup yapıyoruz, öğreniyoruz, okuyoruz, kursuna gidiyoruz, bunu biliyoruz. Bunların özümsenmesine müsade etmiyoruz gibi geliyor. Sadece zihinselde kalmanın sakıncası ne olur? Hem de nasıl izin vereceğiz?
Bilmenin birkaç yolu var.
Ten gözü yolu var, görebildiğim, koklayabildiğim herşeyi çalışabilirim, değil mi. Suyun içine tuz katar tadına bakarım, biraz daha katarım tadına bakarım, bilirim. Bildiğimiz ampirik çalışma. Bu böyleyse bu da böyle olur gibi çıkarsamalar yaparak bilebilirim.
Tefekkür yolu ile bilebilirim. Bu zurnanın zart dediği yer oluyor, çünkü ilk ikisini uygulamak çok yaygın ve Kabul görüyor, tefekkür yolu ile bilmenin şöyle bir dezavantajı oluyor: Bilimsel mi bu?! Çok önemli bir soruymuş gibi, sanki herşey bilimsel olmak zorundaymış gibi. Varoluşun barındırdığı kutuplardan bahsedelim: Bir bacağı bilimsel ise öbürü de değil. İkisi birden kapsayacağız tabii ki. Çünkü bedenimiz görebilen, dokunabilen, tadabilen, işitebilen, bir araç. Bunu yadsıyabilir miyiz? Bizim ampirik tarafımız bu. Bu da var, ama sezmiyor musun? Seziyoruz. O tarafa niye ayıp oluyor? Niye halı altında kalması gereken taraf oluyor? Bacaklardan biri şişko, öbürü cılız. Niye yani.
Gestalt bakış açısında 5 duyumla algılayabildiklerimi tercüme etmek için kullandığım bir yeti olmalı. İçinde hayat bulduğum organic boyutuma hükmeden, na işkence eden, no yok varsayan bir yapı şeklinde kullanmama gerekir. Geçtiğimiz hafta Norveç’te Feya isimli bir deniz aygırı insanlarla çok samimi oldu diye öldürüldü. Bu nasıl bir şuursuzluk! Zihinle diyorum ki bu hayvan insanlara fazla yaklaştı, hani orayı insanlardan arındırmak çabası yok, insanları hayvana yaklaşmamak, elleşmemek doğrultusunda çaba yok, hayvan ölsün! Bu nasıl bir bakış açısı? Zihnimle içinde var olduğum organic gerçeği öldürüyorum. Bu aslında bütün kaynaklarımız için sözkonusu değil mi?
Ö.F.A. Metafor kullanacağım: Annemin karnında iken ben kordonla besleniyordum, kablolu bağlantı, eski telefonlar gibi. Doğdum, kordunu kestiler, kablosuz bağlantı. Gözümle görmüyorum, bilmiyorum diye o şey yok mu oldu? Bir yerden sezinliyorum.
Ken Wilber’ın çok güzel bir açıklaması var bu konuda, diyor ki insan, deneyimlediği şey hakkında konuşabilir, bu bilimsel mi de ısrar eden insanlar tefekkür yoluyla bilmeyi muhtemelen deneyimlememişlerdir ki bilimselde ısrar etmektedirler der. Bence çok doğru. Bilimsellik kötü birşey değil, o da var, onu kapsayıp aşan şeyler de var. Hatta Ken Wilber tefekkürün kendi içinde bilimselliğinden bile bahsedilebilir der.
Kapatırken şunu söylemek istiyorum: Zorlanmalarla karşılaşacağız, herkes hastalıklardan, kayıplardan, sevgi yoksunluğundan, yetersizlik, başarısızlıktan, anlam amaç kaybından nasibini alır. Bundan muaf olmak diye birşey yok. Dolayısıyla kapatırken şunu söylemek istiyorum, hayatımızda hangisindeyse sıra, önce bir kucak açalım, geldiği gibi alalım, ve o andaki ihtiyacımız doğrultusunda da zorlanmamıza sebebiyet veren uyarana değil de kendi ihtiyacımıza yanıt vererek yol almaya devam edelim.