
Marina Abramović, çağdaş sanatın sınırlarını son elli yılda yeniden tanımlayan öncü bir Sırp performans sanatçısıdır. Çalışmaları, bedenin sınırlarını, duygusal dayanıklılığı ve sanatçı ile izleyici arasındaki derin bağı keşfeder. New York Modern Sanat Müzesi’nde gerçekleştirdiği ikonik The Artist is Present (Sanatçı Burada) (2010) performansı gibi eserlerle, sanatsal cesaretin ve yenilikçiliğin küresel bir simgesi haline gelmiştir. Spiritüel yaklaşımı ve enerjiyle dönüşüm arasındaki ilişkiye olan ilgisiyle tanınan Abramović, 100 yaşına kadar çalışmaya devam etmeyi planlayarak hâlâ cesur ve etkileyici deneyimler yaratmaktadır.
Sanatınız kimseyi kayıtsız bırakmıyor.
Aksine, kışkırtıyor, derinden sarsıyor ve gözyaşlarına boğuyor.
Belki de bunun nedeni, performanslarınızın sürekli olarak yeni sınırları zorlaması;
acı verici, yaşamı tehdit eden ya da son derece mahrem olmaları.
Marina Abramović sanat tarihine geçti ve zamanımızın en önemli sanatçılarından biri.
Bugün bizimle birlikte olduğu için çok mutluyum. Hoş geldiniz Marina Abramović. Şu sıralar Zürih Sanat Müzesi, İsviçre’de bugüne dek yapılmış en büyük sergilerden birini sunuyor. Tüm eserlerinizin yer aldığı bir retrospektif.
Burada kataloğu görüyoruz. Kendi serginiz boyunca dolaşırken kişisel olarak ne hissediyorsunuz?
Ben hissetmemeye çalışıyorum, çünkü geçmişe bakmayı sevmem.
Bu sergi benim için değil, kamunun kendisi için yapıldı.
55 yıllık çalışmalarımı gösteriyor. Ben ise şimdiden sonraki projeme odaklandım.
Her zaman şimdiki zamanla meşgulüm.
Geçmişe bakmak nostaljiye yol açar.
Ben ne nostaljik ne de melankolik olmak istiyorum.
Bu serginin izleyiciye ne sunduğunu takdir etmek size kalmış.
Aslında bu durum gerçekten çılgınca:
Performans sanatına başladığınızda neredeyse tek başınaydınız.
Geriye dönüp baktığınızda, bu değişim karşısında gözlerinize inanabiliyor musunuz?
Bu değişim gerçekten inanılmaz.
Performans sanatına başladığımda, doğduğum ülke olan eski Yugoslavya’da,kara koyun gibiydim ya da Ay’da yürüyen ilk kadın gibi.
Kimse bu sanat formuna inanmazdı. Tamamen bilinmeyen bir şeydi.
Sanat akademisindeki herkes buna karşıydı.
Parti toplantılarında aileme ne tür bir eğitim aldığım bile soruluyordu.
Herkes bunu skandal olarak görüyordu.
Bu yolda ilerlemek için bütün kararlılığıma ve irademe ihtiyaç vardı.
Zaten çocukken de inatçı biriydim. Yoluma devam ettim.
O zamanlar seyirciler on kişiydi, çoğunlukla arkadaşlarım.
Sonra otuz kişi oldu, düşündüm:
“Tanrım, şimdi ne yapacağım?” Bugün ise binlerce insan geliyor.
Bu çok büyük bir değişim.
İrade gücünüzden bahsettiniz. Ve gerçekten inanılmaz: Performanslarınızla
kesinlikle sanat tarihine geçtiniz. Gelip bazı en bilinen çalışmalarınıza birlikte bakalım.
“Rhythm 10”, 1973 yılında gerçekleştirdiğiniz
ilk performanslarınızdan biriydi.
Yüksek hızla, elinizin parmak aralarına on farklı bıçakla saplama hareketleri yaptınız ve bu sırada yaralanmayı göze aldınız.
“Rhythm 5” performansında ise
yanmakta olan beş köşeli bir yıldızın içinde uzandınız –bu, komünist devletin simgesiydi.
Oksijen eksikliğinden dolayı bayıldınız ve seyirciler tarafından kurtarılmanız gerekti.
Sonra “Art Must Be Beautiful, Artist Must Be Beautiful” geldi.
Bu performansta bir saat boyunca
giderek daha agresif biçimde saçınızı taradınız
ve eserin başlığını mantra gibi tekrarladınız.
1997 Venedik Bienali’nde sergilediğiniz
“Balkan Baroque”ta ise günler boyunca çürümekte olan sığır kemiklerini ovdunuz.
Bu, Yugoslavya savaşlarının vahşetini simgeliyordu.
Bu çalışmayla Altın Aslan ödülünü aldınız.
2005 tarihli “Nude with Skeleton”da
üzerinizde bir iskelet yatıyordu. Bu çalışma, ölüm korkusunu aşmak için
ölülerin yanında uyuyan Tibetli keşişlerin uygulamasından ilham alıyordu.
Ve son olarak daha yeni bir çalışma:
2020 yılında Münih’teki Bavyera Devlet Operası’nda
sahnelediğiniz “7 Deaths of Maria Callas”.
İlk opera projenizdi ve kendi ölümünüzü bile sahneye taşıdınız.
Yani bedeninizle, ruhunuzla, tüm benliğinizle sanat –bu fazlasıyla açık.
Aslında büyük temanız da bu: Aşma sanatı – “overcoming”.
Performans sanatını çok erken yaşta kendi ifadem olarak bulduğum için şanslıyım.
Birçok sanatçı kendi için doğru olan ifade biçimini bulmaya çalışırken zaman kaybeder.
Ben daha yirmili yaşlarımın başında çalışmalarıma odaklanabildim. Aile kurmak, çocuk sahibi olmak istemedim.
Dikkatimi dağıtacak hiçbir şey olsun istemedim, sadece sanata odaklanmak istedim.
Bu nedenle bu kadar kapsamlı bir eser külliyatım oldu.
Eğer sadece sanat yaparsanız ve dikkatiniz dağılmazsa, çok şey üretirsiniz. Geriye bakmamaya çalışsam da, bazen ben bile bu eserlerin hepsine şaşırıyorum.
Ama gerçekten de çok çalıştım.
“Sınırları aşmak” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz, bu beni çok ilgilendiriyor.
“Duvarlardan Geçmek” başlıklı bir otobiyografi de yazdınız.
Bu da bir çeşit aşma eylemi. Peki geçtiğiniz duvarın ötesinde ne var?
Her zaman aşılması gereken başka duvarlar vardır.
Yeni duvarlar, engeller, bilinmeyen alanlar ve yüzleşilmesi gereken
çok katmanlı korkular bekler. İnsan, üç temel korkuyla savaşır: Acı, ölümlülük ve ıstırap korkusu. Bu üç tema, tüm çağdaş sanat türlerinde karşımıza çıkar. Ama geçmişte, Rönesans’ta ve Barok döneminde de sanatçılar bu konularla uğraştılar.
Yani bu konular sanatın her döneminde bizi meşgul eden şeyler. Örneğin, kendi ölümlülüğümüzle yüzleşmek.
Ama bence, günümüzde sınırların anlamı üzerine de çok sık konuşuyoruz. “Güvenli alanlar” (Safe Spaces) üzerine yapılan tartışmaları düşünün – insanların şöyle dediğini duyuyoruz: “Sınırlarıma ihtiyacım var, güvenli alanlara ihtiyacım var.” “Dünya benim için çok büyük, çok gürültülü.” Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Ben, kendimi ifade eden bir sanatçı olarak özgürlüğümü korumak istiyorum.
Sınırları ve kuralları sevmem. Hayatım boyunca onları aşmaya ve kendi kurallarımı bulmaya çalıştım.
Kitabımın adı “Duvarların İçinden Geçmek.”
Ve şu anda da tam olarak bunu yapıyorum – günümüz dünyasındaki tüm bu politik doğruculuk ortamında.
Performans sanatının tüm tarihi – Dadaizm, Konstrüktivizm, Fütürizm – bugünün şartları altında gelişemezdi.
Sosyal, politik ve müze kuralları bu akımlara engel olurdu.
Bu da ne yazık ki hem ifade özgürlüğünü hem de sanatçıların yeni eserler yaratma özgürlüğünü kısıtlıyor. Bu kurallara uyarsanız, bir yere varamazsınız.
Bu kuralları yıkmak gerekir – ama dikkat çekmek için değil, topluma çok önemli içerikleri aktarmak ve dünyayı anlamlı olabilecek farklı bir şekilde gördüğümüz için.
Bu biraz da güvenlik ağını bırakmak anlamına geliyor – bu önemli duygularla temas kurabilmek için.
Sizi kısa bir süreliğine bölmek zorundayım. Az önce güvenlikten bahsettiniz.
Bu çok önemli bir kavram. İsviçre’de güvenlik her şey demek.
Bu konuşmada hemen bu konunun gündeme gelmesi çok ilginç.
Siz güvenli olmak istiyorsunuz.
Ama bu tarz bir güvenlik bazen insanı klostrofobik yapıyor.
Merakı ve yeni şeylere açıklığı boğuyor.
Sergide çıplaklık var. Bu İsviçre’de büyük bir sorun olacak.
Ama hepimiz çıplak doğuyoruz.
Çıplaklıkla ne gibi bir sorun var?
İsviçre kamuoyunun çıplaklık karşısında ne kadar rahatsız hissettiği, önemli bir mesele olacak. Neden böyle?
İlginç. Ama bence çoğu insan çıplaklıkla ilgili bir sorun yaşıyor.
Hep şunu söylüyorlar: “Hepimiz giysilerin altında çıplağız,” ama yine de bununla baş etmekte zorlanıyoruz.
Bu aynı zamanda mahremiyet sınırlarının ihlaliyle de ilgili bir mesele.
Sizce İsviçre’nin bu konuda özel bir sorunu olduğunu söylemeniz ilginç.
Bunu neye dayandırıyorsunuz?
Çok basit: Gözlemliyorum.
İnsanlar, kamusal alanda çıplak olmaktan rahatsız gibi görünüyor.
Amsterdam’da da ilginç bir şey yaşadım.
Seyahat eden sergi Royal Academy’den sonra oradaydı, ve büyük bir basın toplantısı düzenlendi.
Hollanda’nın en büyük televizyon kanalından bir gazeteci, “Luminosity” adlı eserimin önünde – duvarda çıplak bir kişinin yer aldığı iş – benimle röportaj yaptı.
Son derece rahatsız görünüyordu.
Ona hayattaki en büyük korkusunun ne olduğunu sordum.
“Kamusal alanda çıplak olmak,” dedi.
Ben de “O zaman bu tam fırsatı,” dedim ve soyunup çıplak bir şekilde benimle konuşmasını istedim.
O da bunu yaptı ve röportaj, akşamın en çok izlenen saatinde yayınlandı.
ABD’de olsaydı, büyük ihtimalle işini kaybederdi.
İsviçre’de böyle bir şey herhalde mümkün olmazdı.
İşte bu, bu konudaki farklılığın bir örneği.
Hollanda’nın bu tür meselelerde daha özgür olduğu kesinlikle doğru olabilir.
Bu performansa hazırlanmak için, Ay’a gidecek bir astronot gibi antrenman yaptım. Bir yıldan fazla bir süre boyunca, gündüzleri yemek yememeyi ve su içmemeyi öğrendim. Bu süreci başarabilmek için, geceleri yemek yemem, su içmem ve yeterince uyumam gerekiyordu. Performans süresince ne kalktım, ne su içtim, ne de tuvalete gittim. Kan şekerimin sabit kalması gerekiyordu. Bunun için bir yıl boyunca çalıştım. Tüm bu antrenmana rağmen, performans beni tamamen tüketti. Her gün, son günüm olabilir gibi zordu. Üç ay boyunca dayanabilmem benim için bir mucizeydi.
1.560 kişinin gözlerinin içine baktım. Sergiyi 850.000 kişi ziyaret etti – yaşayan bir sanatçı için rekor bir sayı. Projeye başlarken kimse bu sandalyeye birinin oturacağına inanmıyordu. New York’ta kimin vakti var ki? Ama o sandalye hiç boş kalmadı. İnsanlar müzenin önünde uyuyordu, sıraya girebilmek için. Duygusal olarak inanılmazdı. Herkes ağladı.
Neden ağladıklarını merak ettim. Sonra fark ettim: insanlar uzun süre sırada bekliyor, sonunda karşıma oturuyorlar. Oturduklarında hem benim tarafımdan gözlemleniyorlar, hem de bekleyen kalabalık tarafından. Ayrıca bu an filme alınıyor, fotoğraflanıyor. Kaçış yok – sadece kendi içine dönebilirsin. O an, kişi içine döndüğünde ve karşıdan gelen bakış kendi ruhunun kapısına dokunduğunda, tüm duygular dışa taşar. Hatta müze görevlileri hafta sonları eve gidip üzerlerini değiştiriyor, geri dönüp sıraya girerek karşıma oturuyordu. Bu deneyim hayatımı değiştirdi.
Gözlerin ruhun penceresi olduğu fikri, zaten Alman mistik Hildegard von Bingen’e kadar gider. Bu çok gizemli bir şey: birine uzun süre bakarsanız, çok özel ve özgün bir şey oluşur. Bunu performanslarımda, daha önceleri de kullandım.
Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Göz göze gelince ne olur? Birinin gözlerine bakın ve yaşadığınız deneyime dikkat edin. Ben size kendi deneyimimi anlatabilirim ama bu size bir şey kazandırmaz. Kimse bir başkasının deneyimiyle ya da bir kitap okuyarak değişmez. Buradaki özel şey, seyircinin işi yapması gerektiğidir. Dünya çapında insanlar birbirlerinin gözlerine bakıyor ve böylece daha derin bir deneyim modeli oluşuyor. Konuşurken sizin düşünce akışınız ve benim düşünce akışım aramızda birer perde gibi duruyor ve birbirimizi görmemizi engelliyor. Eğer konuşmamızda duraklayıp sadece bir süreliğine birbirimizin gözlerine bakarsak, başka bir şey olur. Ama bunun olması için, bu deneyimi yaşamak gerekir. Ve deneyimi yaşamak için, bunu yapmak gerekir. Bu, bana inanılmaz çekici geliyor.
Bu, meditatif uygulamalarda da bilinir. Ne kadar çok konuşursak konuşalım, birbirimize ne anlatırsak anlatalım – kişinin kendisinin yaşaması gerekir. Hayatta yaptığımız pek çok şey, bilgi edinmemiz gerektiği düşüncesiyle ilgilidir. Ama performans sanatı, bilgi değil, deneyim yoludur. Günümüz dünyasının trajedisi teknolojidir – ya da daha doğrusu, onunla olan ilişkimizdir. Genç nesil tam bir felaket. Sergiye geliyorlar ve sadece fotoğraf çekiyorlar. Bir dakikalarını bile bir şey deneyimlemeye ayırmıyorlar. Evde sonra ne gördüklerine bakıyorlar. Ama onu doğrudan yaşamamış oluyorlar. Oysa tek önemli olan şey doğrudan yaşantıdır.
Benim çalışmam, şu ana gelme ve anı deneyimleme fırsatı sunar. Ancak o zaman işin etkisi ortaya çıkar. Bir başkasını, bir şeyi yaşarken fotoğraflarsanız, özü anlamamışsınızdır. Her şey fotoğrafla ilgilidir, zaman içindeki deneyimle değil. Performans zaman içinde yaşar. Onu deneyimlemek için orada olmalısınız. Ayrıca bu, derinlemesine duygusal bir sanattır.
Zürih’teki sergide bir de “Dekompresyon Odası” var. Burada ilk odada tüm cihazlar – saatler, telefonlar – teslim ediliyor ve griye boyanmış bir odada şezlonglara oturuluyor. Şimdi sonbaharda, sadece ağaçlardan düşen yapraklara bakabilirsiniz – başka bir şey yok –, böylece sonrasında gelecek şeye hazırlanabilirsiniz. Bu oda özellikle İsviçre için yapıldı. Tüm ulus kesinlikle bu dekompresyona ihtiyaç duyuyor. Burada şunu fark ettim: herkesin kolunda bir saat var. Burası dakikliğin ülkesi. Zamanında teslim edilir, zamanında çalışılır ve üretilir. O yüzden diyorum ki: sadece rahatlayın. Hiçbir şey yapmamak, bir şeyin başlangıcıdır. Bu benim burada verdiğim ders.
“Dekompresyon Odası” gerçekten de bu sergi için özel olarak tasarlandı. Sessizlik ve hareketsiz oturma, bir performansın parçası. Aynı zamanda sizin için çok önemli olan meditasyonun da bir parçası. İnsanların meditasyon yaptıklarında ve sustuklarında, haftalar boyunca meditasyon minderlerinde sessizce oturduklarında aradıkları şey bir tür dönüşümdür. Peki, biz aslında neye dönüşüyoruz?
Bu, benim de kendime hep sorduğum bir soru.
Hiç uzun süreli bir meditasyon yaptınız mı?
Evet.
Dönüştünüz mü?
– Bence evet.
O zaman cevabınız bu.
Öncelikle, benim yaptığım iş sadece meditasyonla ilgili değil.
Ben bir guru değilim. Bir şaman değilim. Bir manastırda yaşamıyorum.
Ben bir sanatçıyım. Sanat çok katmanlı anlamlara sahip olmalı: Politik olmalı, sosyal olmalı, spiritüel olmalı, doğru soruları sormalı, farkındalık yaratmalı ve aynı zamanda rahatsız edici olmalı.
Meditasyon yönü, işimin sadece bir parçası. Ama çok önemli bir parçası.
Ama burada asıl mesele meditasyon değil, uzun bir süre boyunca “şimdi ve burada” olabilmek. Biz sürekli geçmişte yaşananları düşünüyoruz.
Sürekli henüz yaşanmamış bir geleceği düşünüyoruz. Bu yüzden de şimdiki zamanı kaçırıyoruz. İnsanlar şimdiki zamanda yaşamıyor.
Hep başka yerlerde oluyorlar – orada, ama burada değil.
Oysa “burada” olmak elimizdeki tek gerçekliktir.
İnsanlara uzun süre boyunca bir yerde olmayı öğretmek istiyorum.
Zihin olarak Honolulu’ya dalmak yerine, beden ve zihinle bir arada bir yerde bulunmak.
Ancak o zaman diğer insanlarla gerçek iletişim kurulabilir.
Buna meditasyon da diyebilirsiniz.
Ama temelde tüm işim, insan zihnini şimdi ve burada olarak yüceltme fikrine dayanıyor.
O zaman dönüşüm dediğimiz şey belki de budur: Dağınıklıktan varoluşa geçiş.
Sessizliğin bunu nasıl mümkün kıldığını, ama aynı zamanda ne kadar zor olduğunu – çünkü kafamızın içinde “zıplayan maymunlar” vardır, Budizm’in de dediği gibi – sessizce oturan herkes bilir. Evet, siz bir şey daha söylemek istiyorsunuz?
Belki sizi şaşırtabilecek bir şeyi sizinle paylaşabilirim.
Sadece bir hafta önce Şanghay’da büyük bir sergi açtım – Çin’i baştan başa yürüyerek geçişimden 36 yıl sonra. Bu sergi tamamen interaktif.
Sürekli başka şeyleri düşünme sorununu ele alabilmek için “Geçici Objeler” (transitory objects) adını verdiğim nesneleri yarattım.
Bu objeleri çok uzun ve tekrar eden bir biçimde kullandığınızda, zihin çalışmayı bırakıyor ve boş bir bilinç durumuna ulaşıyorsunuz.
Örneğin beş kapı yarattım.
Bunlar aslında sadece bir kapı çerçevesi, bir kapı ve bir kulptan ibaret.
Ziyaretçiden bu kapıyı çok yavaşça açması, içeri girmemesi ve sonra tekrar kapatması isteniyor. Sadece açmak ve kapatmak – bunu üç saat boyunca yapmak.
Çinli izleyici tam o anda, üç saat boyunca bununla meşgul.
İlk başta konsept eğlenceli geliyor, sonra 5, 6 ya da 10 dakika boyunca uygulamaya odaklanıyorsunuz.
Sonra diyorsunuz ki:
“Bu çılgınlık.”
“Bu saçma.”
“Bu aptalca.”
“Ben neden bunu yapıyorum?”
Ama daha önce kendinize söz verdiniz: Ne olursa olsun üç saat dayanacağım.
Ve bu sözü tutarsanız, gerçekten üç saat boyunca devam ederseniz, dönüşüm başlıyor – çünkü zihin düşünmeyi bırakıyor.
Açılan kapı, bilinç kapısına dönüşüyor, evrenin kapısına, ışık ve karanlığın kapısına.
Çok eski kültürlerde böyle tekrarlanan hareketler bilinir.
Tekrar ve uzun süreli uygulama yoluyla bilinç değişebilir.
Bu tekrar konusunu nasıl anlattığınız çok ilginçti.
Bir başka dönüşüm boyutu da, bir şeyi birlikte yapmaktan doğar.
Bunu İngiltere’deki dev pop festivali Glastonbury Festivali’nde yaptınız.
Her yıl oraya 200.000’den fazla insan akın ediyor.
Siz izleyicilere şu çağrıyı yaptınız: Aslında tam olarak 275.000 kişiydi.
… ve siz onları sizinle birlikte 7 dakika boyunca sessiz olmaya davet ettiniz.
… burada farklı bir şey yapmayı denedik.
Hep birlikte birbirimize nasıl koşulsuz sevgi verebiliriz, bunu keşfetmeye çalıştık.
Kendini değiştirmeden dünyayı değiştiremezsin.
Yedi dakikalık meditasyon sırasında kollarınızı iki yana açtınız – bu bir barış işareti gibiydi.
Sizin için sessizlik, belki de en barışçıl şey mi?
Sessizlik, koşulsuz sevgiyi gerçekleştirmeye yardımcı olur: gezegene, insanlara, ağaçlara, doğaya karşı koşulsuz sevgi.
Tanımadığımız insanlara da – sadece arkadaşlarımıza, eşimize ya da sevgilimize değil – herkese karşı koşulsuz sevgi.
Ortak eylemin gücünü hissettiğimiz anda, çok büyük bir dönüşüm yaşanır.
Başarılı olup olmayacağımı bilmiyordum. Sonuçta bu bir rock festivaliydi.
İnsanlar müzik için gelmişti. Daha önce kimse 7 dakika sessizlik teklif etmemişti.
7 dakika çok uzun bir süre. Ve tam anlamıyla sessizlik vardı. İnanılmazdı.
Bu performans dünya genelinde 1,1 milyar insan tarafından izlendi.
Bu, benim hayal gücümü aşan bir şey.
10 kişiyle başladım, şimdi 1,1 milyar kişi oldu.
Bu iş gerçekten çok güçlü.
İnanılmaz olan şu ki: Sessizlik dokunur –bunu “The Artist is Present”te görebilirsiniz.
Sessizlik, çok derin bir barış hissi yaratabilir, özellikle de birlikte sessiz kalındığında.
Ama – bu da ilgimi çekiyor –
İnsan tamamen sessizleştiğinde, bazen şeytanlar da ortaya çıkar, içimizdeki kötülük:
içsel huzursuzluk, korkular, hayal kırıklıkları, öfke.
Tüm bunlar da sessizlikte yüzeye çıkar.
Bu sadece nefesle aşılır. Uzun süre gerekir.
Bu korkularla başa çıkmak için, pirinç sayma egzersizini (counting the rice) geliştirdim.
6 saat sürer. Başlarsınız, pirinç tanelerini sayarsınız,
10 dakika sonra öfkelenirsiniz, nefes ritminiz değişir, her şeyi fırlatıp atmak istersiniz.
Ama biliyorsunuz ki bunu sonuna kadar getirmek istiyorsunuz.
Eğer irade gücünüz pirinç saymaya yetmiyorsa, hayatınızı nasıl yönetmeyi düşünüyorsunuz? Direnirsiniz.
O anda fark edersiniz ki zaman artık önemini yitirmiştir.
Nefesiniz değişir, düzenli hale gelir. Öfke ve hayal kırıklığı çözülür,
şeytanlar kaybolur ve siz Şimdi’ye dalarsınız.
Duygular bu şekilde tetiklenebilir ve zamanla, tekrar yoluyla kontrol altına alınabilir.
Bu, kendimde yaptığım en büyük keşif.
“The Artist is Present”i 20’li ya da 30’lu yaşlarımda asla yapamazdım.
İrade gücüm yoktu, hayat deneyimim eksikti, özdenetimim zayıftı.
20’li yaşlarımda fiziksel olarak çok daha kolay olurdu.
Ama bu düzeyde, 65 yaşında çok daha zordu.
Bunu mümkün kılan şey, edinilmiş deneyimdi. Glastonbury performansı,
özdenetimim ve izleyiciyle kurduğum güç olmadan asla işe yaramazdı.
77 yaşımda izleyiciyi katılıma ikna edebilmem, buna beni hazırlayan 55 yıllık emeğin sonucuydu.
Ve işte bu da beni özellikle ilgilendiriyor: Sessizlik ya da sükûnet sadece insana huzur duygusunu yaşatmakla kalmıyor, aynı zamanda insanı kendi içindeki şeytanlarla yüzleştiriyor. Aslında yaptığım iş bunu gösteriyor. Bu şeytanlar bana ait değildi, ziyaretçilere aitti.
Evet, tabii ki. Yirmili yaşlarımda sanat uğruna ölmeye hazırdım. Performansın bir sanat biçimi olmadığı yönündeki eleştirilerden bıkmıştım. Dedim ki: Bütün bu haz ve işkence nesnelerini — aralarında bir tabanca da dahil — ortaya koyacağım ve yazılı olarak tüm sorumluluğu üstleneceğimi belirteceğim (rhythm 0 persormansı) . Altı saat boyunca bana her şeyi yapabilirsiniz. Ne olacağını görmek istedim ve sonuçta ortaya çıktı ki, seyirci birini öldürebilir. Bu bir gerçek. Bu şeytanlar hepimizin içinde var. Ben onları sadece görünür hale getirdim. Seyircinin şeytanlarının aynası oldum.
O zamanlar gerçekten ölmeye hazırdım. Tamamen güçsüzdüm. Seyirciye sınır koymam gerektiğini o zaman anladım. Bu yüzden “The Artist is Present”e gelmem 35 yılımı aldı. O performansta seyirci bana dokunamaz, benimle konuşamazdı. Sadece gözlerimin içine bakabilirdi.
İlk performansım “Rhythm 0”da, seyircinin en derin ruhunu ve en karanlık yönlerini açığa çıkardım. Sonraları, “The Artist is Present”te, insan ruhunu ayağa kaldırdım. Bu dersi öğrenmem yıllarımı aldı.
İlginç olan şu ki: Performans sanatı, bir tablo gibi saklanamaz. Bir konteynere koyup oradan çıkarıp duvara asamazsınız. Performansın bir parçası her zaman seyircidir. Örneğin “Imponderabilia”yı düşünelim; bir kapı girişinde iki çıplak insan durur. Bu performans şu anda Zürih’te de sergileniyor. Aslında insanlar içinden geçmeden o eser tamamlanmış sayılmaz. İnsanlar içinden geçmeden önce sanat eseri henüz bitmiş değildir.
Peki şöyle diyebilir miyiz: Seyirci sizin sanatınızın yaratıcılığının bir parçası mı?
Kesinlikle doğru. Evimde ya da atölyemde yalnız başıma bir performans yapmak anlamsız olurdu. Performans seyirci içindir; seyirci eseri tamamlar. Seyirci olmadan performans olmaz. “Imponderabilia” müze fikriyle ilgilidir. Sanatçılar olmadan müzelerde sanat olmaz. Biz sanatız. Bu nedenle müze kapısını yeniden inşa ediyoruz ve böylece müzenin kapısı haline geliyoruz. Bu çok şiirsel bir şey. Sanata girebilmek için sanatçıların arasından geçmelisiniz. Biz çıplakız, buradayız ve oradayız — tüm zaman boyunca.
Bu çalışmayı günümüzde, tüm bu politik doğruculuk ortamında ve çıplaklıkla ilgili yaşanan sorunlar içinde yeniden sahnelemek heyecan verici.
Evet, zaten bu konuyu daha önce konuşmuştuk. Kunsthaus Zürich bir duyuru yaptı — bu performansı yeniden canlandırmak isteyenler başvursun diye. 800’ün üzerinde başvuru geldi. Sonunda çok zorlu bir eleme süreci yaşandı. 23 kadın ve erkek performans sanatçısı şu anda Zürih’te sizin eserinizin bir bölümünü sergiliyor. Bu aslında eserinizin bir kısmını da elinizden çıkarmak anlamına geliyor. Peki eserin sizin istediğiniz gibi kalması için ne yapıyorsunuz? Bu performansçılara ne şekilde talimat veriyorsunuz?
Bu farklı yollarla gerçekleşiyor. Kendi enstitümü kurdum (Marina Abramovic Institute); burada genç sanatçılara performans sergilemeleri için fırsatlar sunuyorum.
Özellikle uzun süreli performanslar üzerine prova yapıyoruz – bu eserler onlara ait, benim çalışmalarımla bir ilgisi yok.
Ayrıca çeşitli müzelerde bu eserleri sergileyerek halka bu sanat formuna erişim imkânı sağlıyoruz.
Bu konuda oldukça başarılıyız. Bu gezici sergiler, genç sanatçıları gösterebileceğimiz her yere gidiyor –
Avustralya, Kiev, Türkiye, Birleşik Krallık, Amsterdam…
34 ülkeden sanatçılar gösteriyoruz ve onlarla sürekli temas hâlindeyiz.
Yunanistan’da Abramović Metodu atölyeleri için mekanlarımız var. Bu atölyeler sadece sanatçılar için değil, herkese açık.
Orada bir hafta geçiriyorsunuz. Vardığınızda bir sebze çorbası veriliyor ve ertesi sabah telefonunuz, bilgisayarınız ve saatiniz alınıyor.
“Cleaning the House.”. Ardından beş günlük sessizlik başlıyor, yemek yok.
Sadece bitki çayı, su ve zorlayıcı fiziksel egzersizler var. Bu, mesleği ne olursa olsun herkes için iyi.
Ayrıca yeniden-performans fikrini geliştirdim.
Bu çok önemli çünkü tüm eserlerin – sadece benimkilerin değil – performans sanatının tarihine ait eserlerin tekrar sergilenebilmesi gerekir.
Performansı gerçekleştiren kişiler, karizmaları ve yorumlarıyla esere kendi damgalarını vursalar da, bu hiç sergilenmemesinden iyidir.
Bu dans koreografilerinde de böyledir. Benim kuşağım buna çok karşı, ama ben bunun doğru yol olduğuna inanıyorum, çünkü sanat herkese aittir, sadece bir kişiye değil.
Başkalarının eserimi sahnelemesini izlemek benim için her zaman duygusal bir deneyim.
Kendimi, işi devam ettiren genç kuşakta görüyorum. Bir eser böyle yaşamalı.
Ve bu gerçekten sizin büyük meselelerinizden biri.
Ayrıca dünyanın dört bir yanında eğitmenlik yaptınız,
örneğin geçen yıl Essen’deki Folkwang Üniversitesi’nde ilk Pina Bausch profesörlüğünü üstlendiniz. Orada da genç sanatçılara kendi performanslarını geliştirmeleri için rehberlik ediyorsunuz. Peki bir performansı iyi bir performans yapan nedir?
Bu aslında çok basit.
Sanatçılardan 10 dakika boyunca hiçbir şey yapmadan karşımda durmalarını istiyorum.
O zaman her şeyi görüyorsunuz: kararlılıklarını, konsantrasyonlarını, enerjilerini,
mekânı nasıl doldurduklarını. Anlıyorsunuz. İçerik önemli değil, fikir sonra gelir.
Varlık her şeydir. Hissedilir. Anlaşılır.
Bir keresinde de demiştiniz ki: Performans sergileyen kişinin tereddüt etmemesi çok önemli.
Evet. Güvensiz olmamalısınız.
Biri karşımda durduğunda, mekâna nasıl hükmettiğine bakarım.
Bu tamamen sezgisel bir şeydir, içgüdüdür. Anlarım.
20 kişiden 10–15’i bunu yapamaz çünkü güvensizlikleri ortadadır.
Seyirci korkuyu, güvensizliği hisseder, köpek gibi kokusunu alır. Ama biri gerçek olduğunda da anlaşılır bu. Hemen bilinir.
Sonrası öğrenilebilir:
Kendi bedeninizle nasıl çalışılır, fiziksel ve zihinsel sınırlarla nasıl başa çıkılır, dayanıklılık nasıl geliştirilir – bunların hepsi öğrenilebilir.
Ama varlık, o doğuştandır.
DNA’da vardır. Ya vardır ya yoktur.
Ne demek istediğinizi anlıyorum:
o varlık, tereddüt etmemek, orada olmak, dayanmak.
Bu sizin yaydığınız şey, bunu büyüleyici kılan da bu.
Ama aynı zamanda beni bu kadar cezbeden şey şu: Sanatınızla son derece insani bir şeyi gösteriyorsunuz – Ama insan olmanın bir parçası da tereddüttür.
Hepimiz inanılmaz derecede kırılganız.
Bunu nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Bu varoluş, bu netlik, tereddütsüzlük – ve aynı anda insanın kırılgan bir varlık olarak hep tereddüt etmesi, parçalanması ve savunmasız olması… Hayatım çelişkilerle dolu.
Ama onları saklamam. Tam tersine: Açığa çıkarırım.
Beni en çok çeken şey, çelişkilerimizin birlikteliği.
Bizler her zaman kendimizin bir yarısını gizlemeye ve sadece bir kısmımızla kamusal alanda var olmaya çalışırız.
Ben bunun tam tersiyim. Hiçbir şeyi gizlemem, özellikle de sırları. Sırlar, her türlü dürüstlüğü öldürür.
Her şeyi masaya yatırmam gerekir.
“Duvarların İçinden Geçmek” adlı kitabım, hem arkadaşlarıma hem de düşmanlarıma adanmıştır.
Arkadaşlarımın yarısı beni deli sanıyor, çünkü o kitapta düşmanlarımın duymak isteyeceği tüm sırları ifşa ediyorum.
Benim hiçbir sırrım yok. Her şeyi adlandırıyorum.
Kendi çelişkilerini kabul etmek ve bunları açığa vurmak önemlidir. Ben bunu yapıyorum.
Burada her şey var: korku, güvensizlik, panik… Ama aynı zamanda o işi yapma gücü ve cesareti de.
Az önce Marina Abramovic Enstitüsü’nden bahsettiniz. Orada bilginizi aktarıyorsunuz.
Sadece sanatçılara değil, sıradan insanlara da. Yani ben bile sizden bir kurs alabilirim.
Ve bu yöntem, kart seti olarak da satın alınabiliyor. Oradan ilham almak mümkün.
Bir alıştırmadan zaten söz ettiniz: Karışık pirinç ve mercimek tanelerini ayıklayıp saymak.
Sadece bunu yapmak için zaman ayırıyorsunuz – saymak ve ayırmak.
Bir başka harika alıştırma – her kartın arkasında egzersizin açıklaması vardır:
Elinizde bir aynayla geriye doğru yürümek.
Yürürken arkanızdaki yolu aynadan görüyorsunuz.
Bu doğada yapılıyor, 1 ila 3 saat arasında. Gerçekliği bir yansıma olarak görüyorsunuz
ve üç saat boyunca geri yürüyorsunuz. Bu alıştırmaya bayılıyorum.
Çok öğretici.
Kartların ön yüzünde, bu egzersizlerden ortaya çıkan eserler var.
Asıl egzersizler kartların arkasında yer alıyor. Anlamlılar.
Size nasıl yapıldığını gösterebilir miyim? En iyisi, tüm kartları birlikte koyalım.
Şimdi yapalım. Kartları tutun, gözlerinizi kapatın ve karıştırın.
Kartları bırakın ve bir tanesini seçin. Herhangi birini.
Mükemmel. Bunu seçtiniz. Şimdi alıştırmaya bakın. “Bir öfke anını fark et, sonra bırak gitsin.”
İlginç. Öfke. Bu sizin egzersiziniz.
John Cage’in müziği tesadüfi işlemlerle yaratmasını seviyorum.
Ben her zaman rastlantıyı kullanırım. Önemli bir karar vermem gerektiğinde, cevabı çekerim. Çoğu zaman çektiğim cevap hoşuma gitmez. Ama tam da gitmem gereken yol odur. Hoşuma gitmediği için.
İnsan hoşlanmadığı şeylerden, hoşlandığı şeylerden çok daha fazla öğrenir.
İşte bu kartlarla böyle oynanıyor. Rastgele bir kart seçiyorsunuz.
- Ve sonra o yapılır.
Çünkü aksi takdirde kartlara bakar ve şöyle düşünürsünüz: “Bu hoşuma gitmedi, çok karmaşık…”
Hayır, çekilen kart yapılır.
Geçen yıl “Bir Görsel Biyografi” adlı çok ilginç bir kitap yaptım.
Yazarla yaptığım sözleşmeye göre ofisim, bilgisayardan 23.000 görseli ona gönderdi
– ben bunları hiç görmeden.
Onun görevi, benim biyografimi kendi görüşüne göre oluşturmak ve bana yeni bir şekilde sunmaktı. Ben muhtemelen hep aynı görselleri seçer, hep aynı hikâyeyi anlatırdım.
Hayatımı bir başkasının gözünden görmek istedim.
Sonunda bana metni gösterdiğinde şok oldum.
“Tanrım,” dedim, “Hayatımda benim için çok önemli olan tüm bu insanlar nerede?”
“O insanları tanımıyorum,” dedi.
“Neden dikkate alayım ki?”
“Bu benim kararım.”
Hayatınızı aslında ne kadar farklı görebileceğinizi öğrenmek inanılmazdı.
Bu hoşuma gitti.
Kartlarda da yazıyor: “Seyirci benim aynamsa, ben de seyircimin aynasıyım.”
Çevreyi bir ayna olarak görmek ve kendinizi yansımada görmek – biyografinize kadar.
İşte fikir bu. Evet. Değişim her şeydir.
Kendinizi sarsmaya zorlamak önemlidir.
Hep aynı kararları vermemeye çalışıyorum.
Korktuğum, bilmediğim, hoşlanmadığım şeyleri yapmayı seviyorum.
Gerçek dönüşüm burada yatar ve işte böyle öğrenilir.
Sevdiğiniz şeyi yapmak çok kolaydır.
Ama o zaman hep aynı kalıplara düşersiniz.
Beni tutsak eden davranış kalıplarından çıkmam gerekir.
Kimse benden bir opera beklemezdi. Çok demode bir şey.
Kendi kendime dedim ki: “Neden olmasın?”
Yeni ve farklı bir yaklaşım getirmek istedim.
Ölümün operasını gösteriyorum. Bu daha önce hiç yapılmadı.
Sadece 1 saat 36 dakika sürüyor, çünkü ölüm 5 saat sürmez.
Bu sayede çok sayıda genç insanın operaya yeni bir gözle bakmasını sağladım.
Eğer beni bir kutuya koyarlarsa, kutudan çıkarım.
Opera o kadar başarılı oldu ki, hayatımı operadan kazanabilirim.
Ama gelecek yıl ekim ayında, “Balkan Erotic Epic” adlı yeni projem Manchester’da prömiyer yapacak. Tamamen farklı bir konsept, sabırsızlıkla bekliyorum.
Bunca enerjiyi nereden alıyorsunuz?
Bilmiyorum. Her sabah çok fazla enerjiyle uyanıyorum.
Bu bizim için, izleyici olarak, harika bir şey çünkü sizin sayenizde çok fazla şeye sahip oluyoruz. Şimdi biraz da başka bir konudan bahsedelim.
Şu ana kadar çokça, sınırları aşmaktan ve kendini zorlamaktan konuştuk.
Ancak hayatınızın bir diğer büyük teması da birleşme meselesi.
Elbette burada aklımıza, hayatınızdaki o büyük aşk hikayesi geliyor —birçok aşk hikayeniz oldu ama içlerinden biri çok ünlü:
Sanatçı Frank Uwe Laysiepen, yani Ulay ile on iki yıl süren ilişkiniz.
Bu, gerçekten neredeyse simbiyotik bir ilişkiydi.
On iki yıl boyunca birlikte çalıştınız, pek çok performans gerçekleştirdiniz.
En bilinenlerden biri “Rest Energy” —yayın gerildiği ve kalbinizi hedef aldığı performans.
Bir diğeri de “Relation in Time” —saçlarınızın tek bir örgü haline getirildiği çalışma.
Aşk, sizin için bir tür simbiyoz mudur?
Bu aşk hikayesi mümkün olan her boyutu içeriyordu:
Büyük aşk, büyük nefret, yanlış anlaşılmalar,bir hukuk savaşı ve affetme.
Ve sonra öldü. Hepsi bir arada yaşandı. Yarın Ljubljana’ya gidiyorum ve ilk kez mezarını ziyaret edeceğim. Pandemi sırasında hayatını kaybetti ve bugüne kadar buna fırsatım olmamıştı.
Eşiyle birlikte, “Art Vital” adlı büyük bir sergi düzenliyoruz —gelecek yıl, 30 Kasım’da, yani ikimizin ortak doğum gününde açılacak. Bu sergi, birlikte geçirdiğimiz on iki yılı gösteriyor.
Bu benim için büyük bir olay olacak, çünkü ilişkimiz çok yönlü ve derindi.
Ama yine de şunu söylemezsiniz herhalde: Aşk her zaman böyle simbiyotik olmak zorunda mı?
Gerçek aşk kesinlikle öyledir.
Aşk ve nefret, hayal kırıklığı ve doyum birbirine çok yakındır.
Büyük bir aşk hikayesinin her aşamasını yaşadık. Sonrasında sert bir hukuk süreci geldi, ardından bağışlama. Affetmek en önemli şeydi.
Gerçekten affetmek, benim için dönüştürücü bir deneyimdi.
“Affediyorum” demek kolaydır — ama yürekten affetmek kolay değildir.
İkimiz de bunu yaptık ve sonra öldü. Affetmek, bağışlamak — bu insanlığa ait en derin deneyimlerden biri.
Bu, anne babanıza karşı da yaşadığınız bir şey miydi? Çünkü kitabınızda çok etkileyici biçimde ne kadar soğuk bir ortamda büyüdüğünüzü anlatıyorsunuz.
Bir çocuk olarak ne kadar zorlandığınızı, özellikle çok az sevgi gösteren bir anneniz olduğunu…
Evet, ona da affetmek inanılmaz derecede önemliydi.
Ama onu ancak ölümünden sonra affedebildim, görmediğim günlüklerini bulduğumda.
Eğer daha önce o günlüklerden yalnızca bir sayfa okumuş olsaydım, annemle ilişkim çok farklı olurdu. Ama onların varlığından bile haberim yoktu.
O günlüklerden onun nasıl derinden yaralanmış ve ne kadar kırılgan biri olduğunu anladım.
Babamla yaşadığı felaket bir aşk hikayesini ve bir anne olarak neden bu kadar soğuk olduğunu öğrendim.
Beni şımartmak istememişti. 40’lı yaşlarımdayken ona neden beni hiç öpmediğini sorduğumda bana şöyle dedi:
“Seni fazla şımartmak istemedim.” Beni bir savaşçıya dönüştürmek istiyordu,
ileride acı çekmeyeyim diye. Bunda da oldukça başarılı oldu. Ama tüm bunları ancak ölümünden sonra anlayabildim.
Bu, onu affetme sürecinizin bir parçası mıydı?
Evet, onu tamamen affettim. Hayatının ne kadar zor olduğunu anladım.
Soğukluğunun ve duygusuzluğunun arkasında tamamen başka bir şey vardı.
Aşk ve affetme, daha büyük bir resmin parçaları.
Dalai Lama, dünyadaki bu kaos karşısında şu muazzam cümleyi söyledi:
“Savaşları sonlandırmanın tek yolu, affetmeyi öğrenmektir.”
İnsanlar için bu en zor olan şeydir. Ulay’ı ve annemi affetmek kolay değildi —
ama bugün, tüm insanlık için bu ders hayati önem taşıyor.
Evet, bu oldukça güncel bir görev. Ulay’dan ayrıldıktan sonra – bu da Çin Seddi üzerindeki büyük bir performans kapsamında olmuştu, aynı zamanda sizin en ünlü sanat eserlerinizden biri –, uzun bir süre madenlerde vakit geçirdiniz ve kristallere karşı büyük bir hayranlık geliştirdiniz. Adeta yerin iç katmanlarına karşı bir ilgi diyebiliriz.
Ben de bir kristal getirdim çünkü bu sevgiyi ben de paylaşıyorum. Gerçekten büyüleyici: Dışarıdan baktığınızda, kaba bir yüzey görüyorsunuz, çok da güzel olmayan bir taş. Ama iç kısmında zamanın şekillendirdiği inanılmaz güzel bir kristal dünyası var. Bu sizin eserlerinizde de oldukça önemli bir hale geldi.
“Great Wall Walk” beni farklı maden bölgelerinden geçirdi: demir yatakları, bakır, ametist ya da kristallerle şekillenmiş alanlar. Bu süreçte zihnimle kristaller arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu fark ettim. Bu, seyircisiz yaptığım ilk çalışmaydı.
Yürüyüş deneyimimi ve kristallerle olan ilişkimi, onların enerjisini seyirciye nasıl aktarabileceğimi düşündüm. Böylece “Geçici Objeler” (Transitory Objects) ortaya çıktı – izleyicinin oturarak, ayakta durarak ya da uzanarak etkileşime geçtiği objeler. Etkileşim aslında basit, ama kendinizi tamamen vermeniz gerek. Sonuçta bir günde spor salonunda kas yapamazsınız. 5 dakika ya da 30 saniyelik bir selfie yeterli olmaz. Zaman ayırmak gerek. Zürih’teki sergide de bazı “Geçici Objeler” yer alıyor. Bir şeyler deneyimlemek istiyorsanız, bana zamanınızı vermeniz gerek.
İlk kez gördüğüm duru su (kristal yuvası) hatırlıyorum. Çok büyüktü ve kapalıydı. Açtığımızda içinden 35 milyar yıllık su aktı. O sudan içtim ve çok hastalandım – büyük olasılıkla o sudan.– Hayal kırıklığı yaratan bir deneyim. 35 milyar yıl öncesinden en saf suyu içeceğimi sanmıştım.
Her seferinde şaşırıyorum, siz çok cesursunuz! Ben olsam büyük ihtimalle içmezdim.
Ama elbette bu son derece büyüleyici. Bu taşlara olan ilgim felsefe ve sosyal bilimlerde şu sıralar çokça tartışılan bir kavramdan da kaynaklanıyor: Derin Zaman (Deep Time) kavramı. Biz insanlar olarak yaklaşık sadece beş nesli kavrayabiliyoruz, duygusal olarak da bağ kurabiliyoruz. Ama bu objeler milyarlarca yılı içinde taşıyor. Bu gerçekten çılgınca.
Sizi şöyle anlıyorum: Bu kristallerdeki enerji, bizi bu muazzam zaman dilimleriyle bağlama kapasitesinde yatıyor.
Bilimsel olarak da kanıtlanmış: Kristaller elektrik enerjisi, ışık ve gezegenin hafızasını içinde taşır. Birkaç yıl önce insan uygarlığının anısını içeren bir zaman kapsülü, bir uzay aracına konmuştu.
Eğer bu materyalle dikkatlice bağlantıya geçersek, bu hafızanın bir kısmını içselleştirebiliriz. Ama bunun için zaman gerek. Tokyo’daki “Güç İstasyonları” (Kraftstationen) adlı eserde de insanlar kristallere yaslanarak bağ kurabiliyor.
Bu bana Joseph Beuys çalışmalarını da hatırlatıyor…
Bu benim çalışmam.– Evet, tam olarak. Joseph Beuys’un çalışmalarında da bu fikir vardı zaten: Objeler şifalandırıcıdır. Objelerin içinde bir enerji vardır ve biz onunla bağ kurabiliriz.
Yani mesele aslında heykeller değil, tekrar tekrar üzerinde durduğunuz gibi, objelerle kurulan bağın dönüştürücü gücü. Benim için bunlar heykel değil, objedir. Belirli duyguları ve deneyimleri tetiklemek için kullanılan araçlardır. Duygular harekete geçtiğinde, görevlerini yerine getirmiş olurlar. Kalıcı olan heykellerden farkları da budur.
Herkesin evinde üç tane “Yastık” (Pillows) olmalı – farklı taşlardan yapılmış, baş, kalp ve karın için. Sabah ilk espresso’dan önce bu yastıklara yaslanırsınız, enerji toplarsınız ve güne öyle başlarsınız.
Bu objeler kullanılmak için yapılmıştır, tıpkı “Shoes for Departure” gibi. İnanılmaz ağır ayakkabılar. Yürümek için değil, zihinsel bir yola çıkış içindir. Ayaklar çıplakken içine girersiniz, bir adım atarsınız ama aslında hareket etmezsiniz. Zihinsel ve sessiz bir başlangıçtır bu. Çok basit.
Seyahatlerde yanınızda bu tür taşlar ya da objeler taşıyor musunuz?
Hayır, artık bunların hiçbirine ihtiyacım yok. Eskiden yatağımda sayısız taşla uyurdum. Her yerde taşlarım vardı. Ama bir kez bu enerjiyle nasıl uyumlanacağını öğrendikten sonra, onlara artık ihtiyaç duymuyorsun. Yine de ihtiyaç duysam, evimde kocaman taşlarım var. Zaten yanımda olmasalar da benimle konuşuyorlar.
- doğum gününüzde kendinize bir otobiyografi hediye ettiniz. Bu kitabı siz yazdınız. Şimdi 80 yaşınıza yaklaşıyorsunuz. Eğer bir sayfa daha ekleyebilseydiniz, ne yazardınız?
Bir sayfa asla yetmezdi. 103 yaşına kadar yaşamak istiyorum. Yani hâlâ en az 20 yılım var, bu süre içinde ilk versiyona devam edebilirim ya da yeni bir versiyon yazabilirim. Hayatım çok zengin. Daha yapılacak çok şey var. New York Modern Sanat Müzesi’ndeki “The Artist is Present” ile kariyerimin zirvesine ulaştım. Normalde bu noktadan sonra sahneden çekilmek gerekir, çünkü artık daha iyisini yapamazsın. Ama ben çalışmaya devam ettim. Takvimim 2028’e kadar dolu – o zamana kadar kaç yaşında olacağımı bile bilmiyorum. Yani yazacak daha çok şey var, bir sayfa asla yetmeyecek.
“The Artist is Present” sonrasında çok başarılı olduğunuz için “artık zirvedeyim” deyip küçük bir kriz yaşadınız mı?
Hayır, “The Artist is Present” sonrasında böyle bir kriz yaşamadım, ama bu kariyerimde zor bir dönemdi. Çünkü sadece bir asistanım vardı ve her şey bir anda değişti, çok daha fazla desteğe ihtiyaç duymaya başladım. Her gün 150 e-posta yanıtlanması gerekiyordu. Herkes benden bir şey istiyordu. Organizasyonu tamamen değiştirmek ve hayatımı yeniden düşünmek zorunda kaldım. Gerçek krizi ise 70 yaşımda yaşadım. 70 çok yüksek bir sayı. En büyük kaygım, elimde kalan zamanın ne kadar olduğu ve hâlâ yapmam gereken onca şeyi nasıl sığdıracağım konusundaydı. Hâlâ yapacak çok şeyim var.
Bazen ölümsüz olmayı ister miydiniz?
Zaten ölümsüz imgelerim var. “The Life” adlı karma gerçeklik işinde 36 video kamerasıyla kaydedildim. İçimden geçebiliyorsunuz. Bu cihaz sayesinde beni mutfağınıza ya da oturma odanıza getirebilirsiniz, ne zaman isterseniz.
Yani sizi ölümsüz olarak evde bulundurabiliyoruz ama sizin kendiniz ölümsüz olmuyorsunuz. Sonsuza dek yaşamak için bir hap alsaydınız, cazip bulur muydunuz?
Hayır, hayır. Hepimiz ölümlü olduğumuzu ve bir gün öleceğimizi bilmeliyiz. Fiziksel beden ölür ve vücuttan 21 gram enerji kaybolur. Bilim insanları diyor ki, insan öldüğünde vücut 21 gram hafifler. Bu enerji yok olmaz. O ölümsüzdür. Bu enerji başka bir enerjiye dönüşür. Ben de o enerjiyle devam etmek istiyorum. Beden sadece gider.
Bu enerjinin – hâlâ içinizde taşıdığınız ve sizinle birlikte harika şeyler yapmayı planlayan enerjinin – neye dönüşeceğini merakla bekliyoruz. Bu sohbet için çok teşekkür ederiz.