İçinden çıkılması zor ve karışık zamanlarda sığınacak limanlar arar insan. Böyle zamanlarda ruhu besleyen kitaplar okumak, doğada vakit geçirmek ve teknolojinin imkanlarını kullanıp bilgelerin hayatını izlemek, dinlemek ruha iyi gelir.
TRT Belgesel kanalının Yunus Emre hakkında hazırlamış olduğu güzel bir belgeselin metnini paylaşmak ve şu maddi dünyadaki geçiciliğimizi hatırlatmak isterim.
Metin yazarı-yapım-yönetim: Semra Sander
Seslendiren: Mehmet Atay
Eskişehir ilinin Sakarya nehri kıyılarında karşıma çıkıveren bu eski su değirmeni bana Yunus Emre’nin bu dizelerini hatırlatmış, dolabın iniltileri su sesine, benim iniltilerim suyun sesine karışmış inleyenin kim olduğunu anlayamaz halde öylece kalakalmıştım.
Neden sonra Yunus’un tam da bu topraklarda, Eskişehir ilinin Porsuk çayına yakın Sarıköy isimli bir köyünde doğmuş olduğunun rivayet edildiğini hatırladım.
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçını çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?
Bir insanı buluttan bile medet ummayı iten böylesi bir acı, yalnızlık ya da çaresizlik nasıl bir şeydir acaba? Ve bir duygu nasıl böyle birkaç basit sözcükle bu kadar etkileyici ve doğrudan yüreğe dokunan bir şekilde anlatılabilir ki…
Beni dağda buldular
Kolumu kanadımı yoldular
Dolaba layık gördüler
Derdim vardır, inile.
Dünya ve dünyanın şartlarına yabancılaşmış, hayatın gece ve gündüz, zevk ve acı, doğum ve ölüm gibi birbirini izleyen kısır döngüsü içinde kapana kısılmış bir insan var bu dizelerde.
Bir başka şiirinde ise Yunus, ölümün kaçınılmazlığı karşısında hayatı ile hesaplaşmaktadır.
Ömrüm beni sen aldadın
Ah ne deyim ömrüm seni
Beni deprenemez kodun
Ah ne deyim ömrüm seni
Çürüyüp ben toprak olam
Ah ne deyim ömrüm seni
Meskin Yunus bilmez misin
Yoksa nazar kılmaz mısın
Ölenleri anmaz mısın
Ah ne deyim ömrüm seni
Yunus’un kendi ile hesaplaşmasına, hayatının anlamını sorgulamasına yol açabilecek kişisel bunalımı hakkında hiçbir şey bilmesekte onu bu yalnızlık ve çaresizliğe iten dış koşulları çok iyi bilmekteyiz.
Yunus’un doğmuş olduğu 1240’lı yıllar Anadolu’nun en karışık, en karanlık dönemidir. Moğol istilası Anadolu’yu kasıp kavurmuş, şehirler yakılıp yıkılmış, halk kılıçtan geçirilmiş, kalanlarsa açlık ve sefalete terk edilmiştir. Merkezi otorite zayıflamış, devlet içinde devletler oluşmuş Anadolu’daki Türk birliği bozulmuştur. Kurulan beylikler bir yandan birbirleri ile bir yandan Moğol ve Selçuklu devletleri ile sürtüşmektedir. Savaş, açlık ve kıtlık yüzünden ölümle burun buruna yaşayan halk, harab olmuş, terk edilmiş ıssız alanlarda büyük bir olasılıkla korku, endişe ve yarından emin olamama gibi duygular içinde yaşıyordu. Olup biteni o kendine özgü basit, sade ve anlaşılır ama bir o kadar da etkileyici diliyle Yunus şöyle anlatır:
Gitti beyler mürveti
Binmişler birer atı
Yediği yoksul eti
İçtiği kan olusar
Beyler azdı yolundan
Bilmez yoksul halından
Çıktı rahmet gölünden
Nefs gölüne dalmışlar
Soğumuş o kara gözler
Belirsiz olmuş ay yüzler
Boşanmış damar, akmış kan, batmış kefenleri gördüm
13.yüzyılın bu olağanüstü koşulları hiç kuşkusuz o dönem insanını da tıpkı bir yakınının ölümünde, ciddi bir hastalık esnasında ya da şahsi bunalım anlarında hepimizin kendini içinde bulduğu o boşluk ve anlamsızlık duygusu ile karşı karşıya bırakmıştır.
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus der ki gör taktirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Baş ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Ölümün kaçınılmazlığı karşısında Yunus:
Ne beslersin bu teni
Sinde kurt kuş yar gider, der…
Ölüm onun deyişi ile
Ne yoksul der esirger
Ne baya hürmet eder
Onlar ki çoktur malları
Gör nice oldu halları
Sonucu bir gömlek giymiş
Onun da yoktur yenleri
Günlük hayatın meşgale, eğlence ve dalgınlığı içinde insan ölüm için yaratılmış bir varlık olduğunu unutup gitse de ölüm hayatın geçiciliğini, mal mülk iktidar sahibi olmanın boşluğunu hatırlatır insana. Efsanevi hayat öyküsünde Yunus, Anadolu’nun ıssız topraklarında Sarıköy’de yaşayan fakir bir çiftçidir. Yıl, kıtlık yılları. Mahsul yok, çoluk çocuk, konu komşu aç. Kulağına bir çalınmışlığı var, Kırşehir’de Hacı Bektaş Veli derler, keramet sahibi büyük bir zat varmış. Cömertmiş, asilmiş, kurda kuşa, gelen geçene iyilik edermiş. Bu zat belki de Yunus’u çevirmez ona biraz buğday verebilirdi. Bu ümitle yola çıkan Yunus dağdan biraz halıç toplar. Öyle ya…ulu bir dergaha eli boş gidilmezdi ki…Dağda bayırda kendi kendine yetişen halıç, çorak toprakların yalnız, yabani ve gariban bir ağacıdır.
Ben dağın ağacıyım
Ne tatlıyım ne acıyım
Ben Mevlaya duacıyım
Derdim vardır, inilerim
Şovdülgerler beni yondu
Her asam yerine kondu
Bu iniltim Hak’tan geldi
Derdim vardır, inilerim
Eğer bu dünyadaki mutluluk sonsuz olsaydı insan hiç başka bir dünyanın özlemini çeker miydi? Acı çekmek olmasaydı insan terk ettiğini evini özleyip onu hatırlar mıydı?Bizi arayan, bizi çağıran ve bizi isteyen O’dur.
Her zaman arayanın biz olduğumuzu düşünürüz ama daha derinlerde gizem şudur ki biz çağrılmaktayız. Haktan gelen inilti ya da yüreğimize konan acı menzile giden en kestirme yoldur.
Alacağı tohum karşılığında Hacı Bektaş dergahına dağdan topladığı alıcı sunarken Yunus, sembolik olarak kendi garipliğini, çaresizliğini sunmaktaydı. Kriz yaşanmadan, acı olmadan arayış başlamaz ki…
Aruz ve hece veznini ayını ustalıkla kullanan Yunus’un şiirlerinden Arapça ve Farsça bildiği ve iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Ancak efsanevi hayat öyküsünde Yunus, toprak ve suya dayalı, okuması ve yazması bile olmayan fakir bir çiftçi yapılıvermiştir. Bu bir rastlantı değildir elbette. Çünkü tasavvufta dervişin sembolü toprak ve suyla yeşeren ağaçtır. Yunus aslında kendi farkında olmasa bile bir derviş olmak için gitmektedir Hacı Bektaş dergahına. Dervişlerin işi Allah’ı tanımayla eş anlamlı olan gerçek benliğe ulaşma, insan-ı Kamil olma yolculuğudur. Hak ama makamının dipsiz karanlığı içinde gizli bir hazineyken, kendi içine döner, özünün ihtişamını seyreder, bu özü sever ve aşk saçar. Bu kusursuz hazinenin bilinmesini ister ve görünür olmak için ışır, ışık olur. Varoluşun anlaşılabilir başlangıcı bu yüce nurun gizemindedir. Bu ışıktan önce kavranılamaz olan Hak’kın gizeminden başka hiçbir şey yoktu. Tıpkı beyazdan başka hiçbir rengin olmadığı karda insanın bir süre sonra kör olması gibi, eğer karanlık gölge yoksa ışık ta görülemez, anlaşılamaz. İşte Allah ta anlaşılabilmek ve görülebilmek için tıpkı cama ayna niteliğini kazandıran sır gibi kendi nuruyla karanlığa aynaymış gibi yansıtma özelliğini kazandırır. Ancak bir nur olan Allah, ayna ve aynanın üstüne düşen görüntü gerçekte bir ve ayna olan tek nurdur. İşte Hak’kın bilinmesinin istediği gizli hazinesi, isim ve sıfatları yani evren, Allah’ın nuru ile aydınlanıp bir ayna niteliği kazanan karanlıkta görünür hale gelir. Bu karanlık tasavvufta “Külli nefs” , Levh-i Mahfuz, Ayan-ı Sabite gibi adlar alır. Bu ilk meydana çıkış yani varlığın ilk iniş mertebesinde henüz bir farklılaşma yoktur. Bir çeşit içsel okyanus ya da kozmik su gibi de düşünülebilecek bu ayna bir döl yatağı gibidir. İçinde gizli hazinenin bütün içeriği tezahür etmeye hazır tohum enerjiler halinde bulunur. Sonradan olacak hiçbir şey yoktur. Özetleyecek olursak gerçek vücut tektir ve o da haktır. Yansıması da Külli Nefs’tir. Bu yansıma ve yansıyan , yani gören ve görünen ilişkisinden de bilgi, yani ilahi anlayış ya da ilahi bilinç doğar. Buna “kelam” da denir. Bu, varlık kendini kendisi vasıtası ile bilir anlamına gelir. İnsan-ı Kamil, Hakikat Nuru ya da Külli Akıl gibi adlar da alan bu ilahi bilinç, Külli Nefs’te tasarı halinde bulunan bütün yaratılmış ya da yaratılacak olan şeylere tecelli ettirip ona biçim verecek bir güç olduğu gibi, bu gizli hazineyi anlayıp idrak edebilecek bir bilinçtir. Özetle Külli Akıl ya da İnsan-ı Kamil denen bu ilahi bilinç bütün ruhların, insanın ve maddi eşyanın temel maddesi olan “evrensel ruh” yani ilahi bilinçtir. Bu evrensel ya da “kozmik ruh” Allah’ın “Kün” “Ol” emri ile görünür bilinir olabilmek için yani maddi evreni tezahür ettirebilmek için görünmez alemden varlık dünyasına inince önce cansız varlık yani mineral, sonra bitki, sonra hayvan sonra da insan biçiminde görülür. Görüldüğü gibi bu ruh canlı cansız herşeyin içinde vardır, ve her varlık bir ilahi ismin zuhuru olup hepsinin aslı birdir. Ancak Allah, sadece insanın kalbine kendinden de bir parçayı gizlemiştir. İşte böylece insan mervesine yükselen evrensel ruh geldiği yere dönebilmek için kendi çabası ve Allah’ın lütfuyla derece derece yükselerek yeniden Külli Akıl ya da İnsan-ı Kamil olur, Allah’a, aslına kavuşur. Bu iniş ve çıkışa, Allah’tan inip Allah’a yükselmeye “DEVİR”denir. İniş, Allah’ın işiyken, yükseliş insanın da çabasını gerektirir. Çünkü insan artık hayvan değildir ama henüz olabileceğini de olmamıştır. Yani, devir, evrim tamamlanmamıştır. İnsana kadar evrim mekanik ve doğaldır. Kendi kendine oluşur. Ancak insanla birlikte bilinç doğar. Bilinç bireyselliği yaratır. Bilinçten önce bireysellik yoktu, yalnızca türler vardı. Bilinçle birlikte bireyselliğinin yani kendinin farkına varan insan kendini ayrı bir bütün olarak görmeye başlar ki bu da bir bakıma yalnız olmak demektir. Yani insan gelişme ya da gelişmeme, daha yüksek bir bilinç düzeyine doğru evrim geçirme ya da gerileme özgürlüğü ve seçimine sahiptir. Kısacası bilinçli evrim insanla başlamıştır. Ancak bu evrim insan onu başlatmayı seçtiği zaman gerçekleşir. Bir ağacın ağaç olabilmesinin bütün sırrı tohumunda gizlidir. Bu tohumun ağaç olma ile ilgili tüm bilgiyi taşıması gibi toprağa benzeyen bedenimiz için de Allah’ın kalbimize sakladığı o küçücük tohum da insan-ı Kamil olma bilgisini taşır. Ancak nasıl bir çiçek tohumu henüz bir çiçek değilse ve çiçek olabilmesi için tohumun toprağa ekilip su verilmesi gerekiyorsa içimizdeki o ilahi tohumun gelişebilmesi için de bedenin ve sosyal kişiliğin ihtiyaç duyduğundan tamamen farklı bir gıdaya ihtiyacı vardır. İşte insanın özgürlüğü burada devreye girmektedir. Ya bu tohumu ekip besleyecek ya da olduğu gibi eksik insan kalacaktır. Nitekim Hacı Bektaş Veli de bedeni besleyecek buğdayı vermek yerine ruhunu besleyecek nefes vermeyi önerir. Ancak Yunus kabul etmez. Bunun üzerine Hacı Bektaş Veli, getirdiği her Alıca karşılık bir nefes önerir. Sonra da her çekirdek başına 10 nefese kadar çıkar. Ama Yunus ille de buğday ister. Hayat, Tanrı ya da Varoluş, nasıl adlandırırsanız kapıyı çalar, sürekli olarak çeşitli vesilerle çalar…ama biz hiç evde değilizdir. Dış dünyada şununla bununla uğraşmaktan içimizden gelen sesi duyamayız. O ses kendine doyumsuzluk, sıradan yaşantılarımızın hoşnutsuzluğu olarak gösterir. Yunus ta duymaz önce kapısının çalındığını. Ama yolda aklı başına gelir, pişman olur. Bir çuval buğday böyle bir insandan daha mı değerlidir? Çiğlik ettiğini anlar ve geri döner. Alın buğdayı geri ben nefes istiyorum der. Hacı Bektaş Veli onu Tapduk Emre’nin tekkesine yollar. Senin kilidini ona verdik der. Yunus bu kez öğüdü tutar, Tapduk Emre’yi bulur ve onun müridi olur. Arayışı onu sonunda trajik bir yaşamın içine atmıştır. Çünkü tasavvuf yolunu izlemek, hayatta istenebilecek en zor hayat tarzıdır. Olgunlaşmanın kestirmesi yoktur. Hiç kimse disiplin ve feragatın ağır ilkelerini bir kenara iterek aydınlığa ulaşamaz. Onu hedefe götürecek olan yol, yalnızlık ve harab olma yoludur. Dünyadan zahiri bir çekilişi değil ama içsel bir kopuşu esas alır. Yunus’un Tapduk’un dergahında 40 yıl tek bir kelime bile söylemeden dağdan odun taşıyarak hizmet etmesi, bu yolda gereken sabır, azim ve adanmışlığın yoğunluğunu gösteren bir semboldür. Üstüne üstlük odunun bile eğrisini yakıştıramadığı için dergaha getirdiği her odun parçası dümdüzmüş. Çünkü bizi Hakka götürecek, hakikate erdirecek Sırat Köprüsü ne olursa olsun her işin Allah’a yakışır doğrultuda yapılmasıdır. Kendini tanımaya çalışmak zor bir yoldur ve bu yolda insanın kendiyle yüzleşmesi insanlığın en büyük savaşıdır.
İlim, ilim bilmektir.
İlim, kendini bilmektir.
Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır.
Okumaktan mani ne, kişi hakkı bilmektir.
Çün okuduğunu bilmezsin
Ha bir kuru emektir
Kendini tanımak sanıldığı gibi kendi maddi bedenini ya da insan psikolojisini tanıma meselesi değildir. Çünkü tasavvufa ve diğer büyük mistik akımlara göre normal hali ile insan sadece isim olarak insandır. Gerçeği görmesini engelleyen gözbağı ile dönüp duran dolap beygirlerine benzer. Bilinci olmadan bitkisel olarak yaşamak hayat değildir. Ruhsal gözler açılmadan, yani kalp tamamiyle ışıkla dolup gerçek benliğimizi görmeden bizler uyanık, bilinçli değilizdir. Normal, insani aklımız benlik bilgisine erişemez. Marifete yani ilahi bilgiye ulaşabilmemiz için son derece hassas, latif, eşsiz ve anlaşılması zor başka bir yeteneğimiz daha vardır. O da kalptir, gönüldür. Çoğumuzun ondan haberi bile yoktur.
Olsa olsa onu en fazla vicdan olarak hissederiz. Oysa her şeyin özünün bilgisi kalpte mevcuttur. Bu bilgi içten, kalpten gelir. Çünkü Allah kendinden bir parçayı da, o ilahi tohumu o ilahi bilinci en derinine gizlemiştir. Ben denilen varlık, hakikatte O’dur. İnsanın kalbinde de gizlenmiş bulunan bu ilahi bilinç “kün” emri ile ve yekün olarak bağardan taşmış ve şekli tezahür ettirmek için kendini yer ve gök olarak ikiye bölmüştür. Göksel unsurlar yani Tanrı suretindeki ilahi doğa yukarı dönük üçgenle temsil edilir. Ters, yani ucu aşağı doğru üçgen ise dik üçgenin kozmik aynalı yansımasına ters yönde yansımasıdır. Yersel unsurları yani beşer doğasını temsil eder. Şeylerin meydana çıkması, ruh ve maddelerin birleşmesi ile olur. Doğası gereği görünmez olan ruh sadece bedenler ile görünür hale gelir. Ruh, zattır, aslolandır. Yani kendi başına vardır. Bedenler ve eşyalarsa kendi başına var olmayıp ruhla canla vardır. Yatay boyutta simgelenen madde dünyası gerçekte sadece bir yansıma olduğundan maya yani illüzyon dünyasıdır. Bu maddenin ruh olmadan yani yaratıcısı olmadan kendi başına var olamayacağı anlamına gelir. İşte insan bu dik üçgeni oluşturan görünmez ve bilinmez ruhla ters üçgeni oluşturan görünür ve bilinen bedenden yani maddeden meydana gelmiş 2 yönlü bir bilmecedir. Bu 2 zıt üçgenin tepelerini yani tezahürün 2 zıt kutbunu Tanrı alemi ile insanlık ve madde alemini birbirine bağlayan dikey düzlem insanın manevi hayatını oluşturur. Ayakları ile yeryüzüne, maddeye, aklı ve ruhunu sembolize eden başıyla da gökyüzüne bağlı olan insan arada yana açılmış kolları ile dikey boyutta olduğu kadar yatay boyutta da yaşar. İnsanın bu 2 boyutunun yani yatay ve dikeyin kesiştiği bu merkez noktaysa kalbinin en derininde gizli olan ilahi bilinçtir. Merkezde bulunması nedeniyle o hem görünür alemlerin yani yaratılışın, hem de görünmeyen yaratılış öncesi alemlerin bilgisi ile donatılmış kozmik bir bilinç ya da ruhtur. O insanı Allah’a götürecek, onu tanıyıp tanıtacak olan saf bilinçtir. Bu bilince ermiş her varlık mükemmel insan, insan-ı Kamildir. İnsanın gerçek varlığı koskoca bir evren, bir okyanusken insani ruhumuz yani aklımız sadece bir fincandır. Bu fincanı oluşturan kalıbı kırdığımız zaman okyanusla bir olup Külli tam akla, İnsan-ı Kamil’e ulaşırız. Yani yeniden okyanus oluruz. İşte kırılması gereken bu kalıp, kişiliğimiz, nefsimiz, ya da bir başka deyişle ego benliğimizdir. Bu kalıbı kırmak dünyanın en zor işidir ve çok zaman alır ama imkansız değildir. Kişilik ya da ego benliğimiz, beynimizin hafıza bölümünün bir ürünüdür. Hafızamız sürekli bir akış olan hayattan çektiğimiz fotoğraf kareleri ve bu dondurulmuş karelerle ilgili bu dondurulmuş duygu ve düşüncelerimizden oluşur. Yani hafızamızın yakaladığı tuttuğu görüntü artık geçmiş olandır. İşte zihinlerimizin bu ölü mevcudiyeti, yani geçmiş olaylarla ilgili düşünce ve duygularımız bizi gerçek benliğimizden ayıran perdeyi, kabuğu oluşturur. Bir başka deyişle 7 büyük günah yani gurur, kibir, kin, nefret, öfke, şehvet, oburluk gibi duygular övülme ve onaylanma isteği o küçük ilahi ışığı yansıtacak bir ayna ve en yüksek idrak kapasitemiz olan kalbimizin üstünü bir toz ya da sis tabakası gibi kaplar ve onu kullanılamaz hale getirir. Biz, niteliklerden sıyrılmış, isimsiz ve şekilsiz olanızdır. Ama bunu kavrayamadığımızdandır ki düşünce ve duygularımıza yapışırız. Bunları kendimiz zannederiz. Böylece ego benliği oluşur. Ego bize bir şekil ve sahte bir kimlik verir. Kendini tanıma yolundaki insan kalbinin sesine kulak vermedikçe, onu önyargılardan oluşmuş kir ve pastan temizlemedikçe içindeki Allah bilgisine doğrudan ulaşamaz. Bunu sağlamak için nefsini arındırma çalışması içindeki arayıcı zihnini ölü mevcudiyetinden yani birbiri üstüne yığılmış duygu ve düşünce katmanlarından kurtarmaya çalıştıkça derinlerde hapsolup kalmış kızgınlık ve acıları gün ışığına çıkmaya başlar. Aslında ortaya çıkan tetikte bekleyen gölgelerimizdir. Ve gölgelerimiz tıpkı ateş gibidir. Bir yerde söner gibi olurken başka bir yerden alevleniverir.
Dilin ile şakırsın
Çok maniler dokursun
Vara yoğa kızarsın
Sen derviş olamazsın
Derviş bağrı taş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Sen derviş olamazsın
Dövene elsiz gerek
Sövene dilsiz gerek
Derviş gönülsüz gerek
Sen derviş olamazsın
Tüm içsel dönüşüm sürecinde en zor dönem gölgelerimiz üzerinde yapılan çalışmadır. Ancak yine de Allah lütfetmeden kusursuz bir varlık olamayız.
Doğruya varmayınca
Mürşide ermeyince
Hak nasip etmeyince
Sen derviş olamazsın
Dünyaya gelmekten amaç insanın kendini ve Tanrı’yı bilmesidir.
Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüldedir
Gönüller yapmaya geldim
İnsan kalbini yani gönlü bu denli değerli kılan içinde barınan o küçük ilahi ışıktır ki bu ışık herşeyin başlangıcıdır.
Evvel yir-gök yogıdı varıdı ‘ışk bünyâdı
‘Işk ezelden kadîmdür ‘ışk getürdi ne varın
Hak özüne duyduğu aşk yüzünden tanınıp bilinmek için bir nur, ışık olmuştu. Bir başka deyişle aşk kendini ışık şeklinde göstermişti. Işık aydınlatan olduğu için aşk bilmektir. Kalpte ezeli bulunan o ebedi özü doğrudan perdesiz görmektir. İşte bu yüzden Yunus Emre aşk sözcüğü yerine çoğu kez ışık, görme anlamını da içeren ışk sözcüğünü kullanır. Ve gerçek aşk ancak tanıma, bilme ve yaşamakla mümkündür.
Biz talip-ilimleriz aşk kitabın okuruz
Çalap müderris bize aşk hod medresesidir
Yani ışk aşk olmadan marifete ,Tanrı bilgisine ulaşılamaz. Bir başka deyişle ışık, aşk olmadan Tanrıyı tanıyamayız. Görüldüğü gibi hakikat entelektüel bilinçle kavramlanamaz. Bu sır çok kitap okuyarak ta çözülemez.
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eril hak bilmezsen
Bu boşuna emektir
Er, Hak’kı bilen kişidir. Hak’kı bilen kişiyse egosunu yenmiş, yok etmiştir. İşte er kapısındaki Yunus ta egosunu yenmek üzere yol aldıkça zamanla sahip olduğu herşeyden vazgeçip kendini Allah’a adar. Taa ki dosta erişmekten başka derdi kalmayıncaya dek.
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
En yanarım dönü günü
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni
Yunus dürür benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni
Yunus’u ve Yunus’un yolundan giden kişileri bekleyen bir yalnızlıktan başka bir yalnızlığa yolculuk etmektir.
Bir garib ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yualar
Şöyle garib bencimi
Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere yanar özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Şöyle garib bencileyin
Kimseler garib olmasın
Hasret oduna yanması
Hocam kimseler kalmasın
Şöyle garib bencileyin
Bu yolculuk insanın sonunda ölümü 3 gün sonra duyulan bir kişinin ya da gökyüzündeki tek bir yıldızın yalnızlığı kadar büyük bir yalnızlığa iter. Çünkü ego ancak tam bir ümitsizlik noktasına gelince teslim olur. Bu teslimiyet acı vericidir. Çünkü kişi kendini yutacak dipsiz bir uçurum açılmış gibi hisseder. Bu ölüm gibi gelir. Ancak bu bir taraftan ölümdür ancak o bir diriliştir. O doğmak için ölmektir. Yolcu önce bilinçaltının karanlıklarına dalar. İç dünyamızın bu karanlığı, gerçek benliğimizin Tanrı’nın şekilsizliğinin göz kamaştırdığı yerdir. Benliğimiz karanlıkta gizlenmiş bir ışıktır. O, 5 duyu için görülmezdir. Ne şekli, ne rengi, ne kokusu, ne tadı ne de cismi vardır. Eğer bunlar yoksa akıl neyi algılayacaktır? Bu durum akıl için hiçliktir. Dipsiz bir karanlıktır. Bu karanlık delinmez bir karanlık olunca Tanrı insanın gönlünde bir nur olarak belirir. İnsan önce bu nurun ne olduğunu anlayamaz. Ancak kalpten yayılan bu hikmet ve nur, ruhu besleyerek nefsi, kişiliği kötü özelliklerinden arındırır. Böylece bütün varlığımızı baştan aşağı değiştiren simya süreci, derinlerde kendi içimizde ruhumuzun yapısını değiştirerek sessizce büyür. Ego, bu içsel değişimlerin farkında olmaz ve kişi genelde birşeyler olduğunu hissetmez bile. Nitekim uzun yıllar dergaha odunun bile eğrisini sokmadan sabır ve azimle hizmet eden Yunus ta durumunda bir başkalık göremediğinden olsa gerek bir gün usanır ve sessizce dergahı terk eder. Yolda 2 dervişe rastlar ve yoldaş olur onlarla. Her akşam dervişlerden biri içinden geçirdiği bir insan adına Allah’a dua eder ve ortaya hemen bir sofra gelir. Sıra Yunus’a geldiğinde Yunus Ya Rabbi der. Bunlar hangi kulun adına dua ettilerse ben de onun adına yalvarıyorum sana utandırma beni. O akşam 2 sofra birden gelir…Dervişler şaşırıp kimin adına dua ettiğini sorarlar Yunus’a, o da siz söyleyin önce der. Tapduk’un dervişlerinden Yunus diye biri var, onun adına dua ediyorum der. Yunus bunu duyar duymaz hiçbir şey söylemeden tekkeye döner ve ana bacıya şeyhin karısına sığınır. Ana bacı Yunus’a yarın sabah tekkenin eşiğine yat, Tapduk abdest almak için dışarı çıkarken ayağı sana takılır, gözleri iyi görmediği için kim bu eşikte yatan diye sorar, Yunus derim ben de. Hangi Yunus derse çekil git, başka bir tekke ara kendine, ama bizim Yunus mu derse, anla ki gönlünden çıkarmamış, hala seviyor seni. O zaman kapan ayaklarına af dile der. Tapduğun sorusu tabii ki bizim Yunus mu olur, çünkü Yunus kendi farkında olmasa bile bütün varlığını baştan aşağı değiştiren o simya sürecine erme, saf insan, insan-ı Kamil olma sürecine girmiştir bile. Tapduğun da yer aldığı “erenler” katına girmeye hazırdır. Bizi görünen dünyadan görünmeyen dünyaya geçirecek olan kapı, evrenin ruhu, insan-ı Kamil, yani gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin, ermişlerin ruhu olan ilahi bilinçtir. Bizdeki çokluk şuurunu yok edip, bizi birliğin yüksek şuuruna geçirecek, yani herşeyin arkasına gizlenen Bir’i görmemizi sağlayacak olan bu kapının eşiğini, yani bizi maddi dünyadan manevi dünyaya atlatacak olan Can’ın uyumakta olan ruhani enerjisidir. Bu yaratma yani hayat enerjisi yüksek benliğimizin pasif, alıcı, kadınsı yönüdür. Nitekim Yunus’u yeniden dergaha yani manevi hayata sokacak öneriyi yani eşiğe yatmayı teklif eden bu kadınsı yönümüzü sembolize eden ana bacı olmuştur. İşte bu ruhani hayat enerjisi, üst benliğimizin kadınsı yönü uyanıp harekete geçmeden simya, yani manevi gelişim başlayamaz. Bu uyanış işin sadece başlangıcıdır. Seçilen yol çok uzun ve zordur. Ancak azim ve sabır gösterebilecekler açık sonuçlar görmeksizin bu yolda yürümeye devam edebilirler. İnsanın hakikate ulaşması için kendi içine dönmesi şarttır.
Çok cehd edip istedim
Yeri göğü aradım
Hiç mekanda bulmadım, buldum insan içinde
Kişi başlangıçta içinde yani kalbinde bulduğu o ilahi ışığı kendinden tamamen ayrı bir şey olarak hisseder.
Beni bende demem
Bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeri
Zamanla bunun gerçek benliği, özü, ölümsüz yanı olduğunu sezmeye anlamaya başlar. Bu gerçek insan olma sürecidir.
İş bu vücut şehrine her dem giresim gelir
İçindeki sultanın yüzünü göresim gelir
Gerçek benini keşfeden insan zamanla bu benin evrenin ruhu ve özüyle aynı olduğunu idrak etmeye başlar. Bu durumda insan artık tabiatı hem içten hem dıştan gönül gözü ile görmeye başlar. Dereden okyanus dalgalarına, meltem esintisinden fırtınalara, böcekten kuşa tüm evren ve tüm yaratıklar onları dinlemeyi bilene hep bir şeyler söyler. Tasavvuf inancına göre evrende her şey kendi inancı ile Allah’ı zikreder ve Allah’ın kendisine özgü manevi mesajını aktarır. Manevi kulakları açık olanlar bu sesleri duyabilirler.
Şu cennetin ırmaklar
Akar Allah deyu deyu
Çıkar İslam bülbülleri
Öter Allah deyu deyu
Salınır Tuba dalları
Kuran okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri
Kokar Allah deyu deyu
Altından direkleri
Gümüştendir yaprakları
Uzadıkça budakları
Biter Allah deyu deyu
Yunus, dünyada ses veren gizemlere açılmıştır. Yalnızca kulakları ile değil ruhuyla da duymaktadır. Sadece öten kuş ya da akarsu gibi doğada gizlenen mesaj ya da ilahi sesleri değil, dertli dolapların iniltilerini de duymaktadır.
Dolap ne için inilersin
Derdim vardır inlerim
Ben Mevlaya aşık oldum
Onun için inlerim
Yüce benliğimizin kadınsı yönü bizi ilahi doğamıza bağlar ve her şeyin içinde gizlenen manevi amacı görmemizi sağlar. Her şey, her yaprak, her taş yaratıcının şarkısını mırıldanır. Bu kadınsı yönümüzle bizler bu yüce şarkıyı duyabilir, onun gözleri sayesinde Tanrı’nın her yerde yansıyan tezahürünü görebiliriz.
Bir gün Tapduk Emre’ye çiçek lazım olur, müritleri kırlara çıkar ve önlerine gelen çiçeği buket yaparlar Tapduk Emre’ye sunarlar. Oysa Yunus’un gözünde bütün çiçekler Tanrı’ya dua etmekte olduklarından bir türlü kıyıpta çiçekleri ağacından dalından koparamaz. Çiçeklerden biri benim zamanım doluyor diyerek koparılmasına izin verir ve Yunus Tapduk Emre’ye sadece solmaya yüz tutmuş bu çiçeği götürür. Yunus bilemez olmuştur, kuş, karınca, çiçek nedir…ve gözleyen kimdir. Gözleyen gözlenene dönüşür. Aniden sınırlar kaybolur, çiçeğe nüfuz eder, çiçek te ona. Artık 2 değil 1 vardır. İnsanın aklı ve kalbi ile doğrudan yaşayarak deneyimlediği bilgi yani bireysel ruhunun evrensel ruh, evrensel ruhunun da Allah’tan başka bir şey olmadığı bilgisi, vücudun her bir hücresinin parçası oluncaya dek yayılmaktadır. Başlangıçta bu bilgi bir an gelip gider. Fakat yavaş yavaş yayılır. Manevi yolcular ipek böceğine benzerler. Hepsinin hayatında bir tırtıl, bir koza bir de kelebek safhası görülür. Geleneğe göre Yunus, koza çağını Tapduk Emre’nin dergahında 40 yıl tek kelime söylemeden dağdan odun taşıyarak geçirmiştir. Ama artık kelebek olmak zamanı gelmiştir. Günlerden bir gün Tapduk Emre aşıktan bir nefes söylemesini ister. Şairin dili tutulur, bir şey bulup söyleyemez. Bunun üzerine Tapduk oduncu Yunus’a döner. Hadi sen söyle, Hacı Bektaş’ın sözü yerine geldi, kilidin açıldı artık der.
Söz benim değildir
Kudret dilinden söylerim
Söz aslını anlamayan sanır bu söz benden gelir
Nasıl gözler için ışık eşyayı görme vasıtasıysa manevi ışık ta kalp gözü için görebilme ve dolayısı ile bilgi kaynağıdır. Görme aracı olan ışık, yani ilahi nur aynı zamanda Rabbin vücududur da. Ve insan ruhu ancak Allah’ın nuru onu aydınlattığı taktirde Allah’ı kavrayabilir. Yani Allah ancak yine Allah’ın nuru ile doğrudan doğruya algılanır. Bu gözler tamamen açılmadan yani içimiz tamamen ışıkla dolmadan gerçekte kim olduğumuzu göremeyiz. O latif varlık parlayıp kalbi doldurunca gören, konuşan Allah olur.
Sensin bu gözümde gören
Sensin dilimde söyleyen
Kalpleri ışıkla dolanlar, bu ışık seli içinde evreni, insanı ve Tanrı’yı birbirleri ile kaynaşmış görürler. Sürekli olgunlaşmakta olan Yunus ta manevi gelişiminin bu aşamasında bütün insanlıkta kendini bulur.
Hak, bir gönül verdi bana
Ha demeden hayran olur
Birden gelir şadan olur
Birden gelir giryan olur
Birden çıkar arş üzere
Birden iner …
Birden sanırsın katredir
Birden taşar umma olur
Birden varır mescitlere
Yüz sürer anda yerlere
Birden varır deyre girer
İncil okur, ruhban olur
Birden gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar
Birden girer kibir evine, firavunla hama olur
Görüldüğü gibi dinler ve inançlar arasındaki bütün farklılıklar sona ermiş ve Yunus artık dünyadaki tüm kutsal metinlerin özde aynı olduğunu idrak etmiştir.
4 kitabın manasını, okudum, tahsil ettim
Aşka gelince gördüm, bir uzun heceymiş
Ancak Yunus hala henüz oluş halindedir…
İşitirim sözünü
Göremesem yüzünü
Yüzünü görmek için canımı veresim gelir
Senin kokunu duydum
Terk eyledim bu cihanı
Götür yüzümden perdeyi
Didarına göğüneyim
Yunus duyduğu, hissettiği şeyler yüzünden bir halden başka bir hale girer. Bazen neşeli, bazen kederlidir.
Gâh eserim yeller gibi
Gâh tozarım yollar gibi
Gâh akarım seller gibi
Gel gör beni aşk neyledi
Ben yürürüm ilden ile
Şeyh anarım dilden dile
Gurbette halim kim bile
Gel gör beni aşk neyledi
Kendimi bilmem yürürüm
Yarimi düşte görürüm
Uyanır melur olurum
Gel gör beni aşk neyledi
Miskin Yunus biçareyim
Baştan ayağa yâreyim
Dost ilinden avareyim
Gel gör beni aşk neyledi
İnsanın bu alemde Tanrı’yı perdesiz olarak görmesine imkan yoktur. Bu kainatın yok olması demektir. İnsan O’nunla ancak kendi içinde, kalp aynasına yansıması ile yüzyüze gelebilir.
Ansızın gördüm bir yüz,
yoktur onunla hiç söz,
Sırrını der isem olmaz
Sığmaz lisan içine
Çünkü gördüm yüzünü
Ona verdim özümü
Beni benden iletti
Kaldım hayran içinde
Yunus Emre yok oldu
Külli varlığı hak oldu
Ondan artık nesne yok
Kalma şüphe içinde
Allah bizlerin kalplerini doldurmadan önce boşalmalı, bir hiç haline gelmeliyizdir. Her şey tükenmek zorundadır. Bütün bağlılıklar, bütün arzular.
Biz bu cihandan geçelim
O dost ilinde uçalım
Arzu hevadan geçelim
Gel dosta gidelim gönül
Ölüm haberi gelmeden
Ecel yakamız almadan
Azrail hamle almadan
Gel dosta gidelim gönül
Yunus ver canın Hakkın yoluna
Canın vermeyince Canan bulunmaz
Sonsuz hiçlik gerçeğini anlamak için ego ölmeli ve biz bir hiç olmalıyız. Bir kalpte 2 şey bir arada yaşamaz. Ya o ya da ego için yer vardır. Ve ego bizleri ancak acı ve gözyaşına boğarak gider.Bu geride hiçbir şey kalmayıncaya kadar devam eden acı verici bir süreçtir. Bu fena halidir, yok olmaktır. Bu hal egonun hükmünü kişinin benlik duygusunu tamamen kaldırır. Fena içinde kişi bütün bütün yok olup gitmişken Allah kendi varlığından ona yeni bir hayat verir, onu kendi boyası ile boyar. Kişinin içindeki ve dışındaki bütün vasıfları değiştirir. Artık ölümün zaten alacağı egoist benlik bırakılmış, mutlak benlik onun yerini almıştır.
Canlar canını buldum
Bu canım yağma olsun
Az sızlayandan geçtim
Dükkanım yağma olsun
Ben benliğimden geçtim
Gözüm hicabına açtım
Dost vastına eriştim
Gümanım yağma olsun
Benden benliğim gitti
Hep mülkünü dost tuttu
Alan veren dost oldu
Lisanım yağma olsun
İkilikten usandım
Birlik hanına kandım
Derdin şarabın içtim
Dermanım yağma olsun
Allah’la bir olan Yunus’un artık hiçbir isteği kalmamıştır. Arzu ve istek ikiliğin bir yansımasıdır. Ölmeden önce ölüp egosunu yok eden kişi her şeyin arkasındaki birle birleşmiş böylece ikilik zincirinden kurtulmuş, yaradılışın en büyük amacını gerçekleştirmiş olur. Tanrı insanı maddi ve manevi, beden ve ruh olarak 2 unsurdan yaratmıştır. İnsan bedeni vasıtası ile dünyaya bağlıdır. Sureti yani beden,, tabiatı da meydana getiren 4 unsurdan yani su, toprak, hava ve ateşten oluşmuştur. Bunlar insan ölünce, tekrar geldikleri yere, tabiata karışırlar. Fakat can, bedeni dirilten, aydınlatan varlık yani ruh, ebedidir, ölmez.
Ölen hayvan olur
İnsanlar ölmez
Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil
Doğası gereği görünmez olan ruh, sadece beden vasıtası ile görünür. Tanrı ruhu bu dünyaya olgunlaşması varlığın sırrına ulaşması için göndermiştir. Ruhun kemali olgunlaşması için beden şarttır. Ruh, maddenin ve ebediyetin bilgisini elde edebilmek için bu gelip geçici bedene sıkı sıkıya bağlıdır. Sonsuzu sınırsızı anlayabilmesi için sonluyu sınırlıyı bilmesi gerekir.
Tanrı beni veribedi
Var dünyada bir gör dedi
Ruh ve nefs, can ve beden gibi zıt unsurlar, insanda birbirleri ile çatışıp durular. Beden insanı dünyaya bağlar, ruh Tanrı’ya yükselmek ister. İnsanoğlunun hayatı bundan dolayı dramatik bir mahiyet temsil eder. Ya ruhu seçip yeniden evrensel ruh, Külli akıl, ya da insan-ı Kamil olup evrimini tamamlayacak ya da nefsine hizmet edip, yani şehvet, kibir, zulüm ve bencillik gibi özelliklerini sürdürüp sadece ismen insan olmayı sürdürecektir. Seçim ona kalmıştır. Bu aşamada insan yalnızdır. Yapayalnız. Dağdaki alıç misali tek başınadır.
Suyum alçaktan çekerim
Dönüp yükseğe dökerim
Görün ben neler çekerim
Derdim vardır inilerim
Dolap, biçimin, şeklin, bedenin sembolüdür. Suysa bu bedene hayat veren güçtür. Su, birbirinden farklı suretlere, bedenlere girip çıkar.
Hikmet ile bak bana
Tahıyan olam sana
Zira ben bu surette
Yüzbin türlü gelmişem
Suyla dolabın birlikteliğinden bir ses çıkar. Sürekli bir inilti. İnsanın dünyadaki konumunun kendi öz yalnızlığının sesi. Bu ses ya da iniltiyi çıkaran, ayrılıklardan şikayet eden candır.
Canı ne göz görür ne de kulak işitir. Onun için başka bir göze başka bir kulağa ihtiyaç vardır. Su tepelerden aşağı iner, başka sularla birleşir, ırmak olur ve aka aka denize ulaşır.
Derviş Yunus gel imdi
Ummanlara dal imdi
Ummana dalmayınca
Sen derviş olamazsın