
Savaşın görsel tanıkları olan haber fotoğrafçıları, yaşamın en zor anlarını dondurup tarihe miras bırakırken, bulundukları coğrafyada, gözlerden uzakta olup bitenlerden insanlığı haberdar etme görevini de üstlenir. Fotoğrafçı da, her insan gibi, çevresinde olanlardan, şiddetten, vahşetten, acıdan, fotoğraf makinasının içine hapsettiği ‘an’lardan etkilenir. Fakat fotoğrafçı, mesleği gereği duygularını o an ifade edemez; ağlayamaz, nefret veya öfkesini dışavuramaz.
1994 yılında Pulitzer Ödülü’nü alan bu fotoğrafa gelince, benzer anları yaşamış bir foto-muhabir olarak bu anı görüntüleyen meslekdaşım Kevin Carter’ın yaşadıklarını anlayabiliyorum. Savaş ve açlığın bütün acımasızlığıyla hissedildiği bir bölgede, Sudan’da, böylesine vurucu bir anı görüntüleme fırsatı bulan meslekdaşımızın, zamanı durdurduğu bu anda büyük olasılıkla aklında olan tek şey bu fotoğrafın dünya kamuoyunda yaratacağı tepki ve bunun sonucunda dünya ülkelerinin Sudan’a yönelik yardım girişimlerinde bulunma ihtimali. O anda, o fotoğrafı gerekli yerlere ulaştırma güdüsü ve bu nedenle de bir an önce bulunduğu yerden ayrılma isteği sadece o anı yaşayan insanların anlayabileceği bir psikoloji.
Fotoğrafçının fotoğrafı çekerken yaşadığı, bir ‘soğuma anı’dır. Aynı kurşun yiyen biri gibi, fotoğrafçı da olayın verdiği şokla, ilk anda hiç bir şey hissedemez. Fotoğrafın çekildiği anda, psikolojik bir duyarsızlık anı vardır. İlk hissedilen, o anı yakalayabilmiş olmanın verdiği bir zafer sarhoşluğudur. Ancak fotoğraf yerine ulaştıktan sonra fotoğrafçı yaşadığı anı sorgular; ‘keşke’ler gündeme gelir. Aynı Kevin Carter’ın yaşadığı gibi. Benzeri durumlar, televizyon haberciliğinde de yaşanabilir. 1985’te Armero’da (Kolombiya) kızgın volkanik küllerin arasında ölen çocuk, akıllarda kalan en çarpıcı örnek. O çekimleri yapan ekip için de aynı ikilem söz konusuydu; çekim yapacakları sürede olaya müdahale etselerdi, çocuk kurtulabilirdi. Ancak bu örneklerin hiç birinde, muhabirler ya da fotoğrafçılar seçimlerinden dolayı yargılanamaz. O an, insan davranışlarının otomatikleştiği bir andır. Mesleki soğukkanlılık, tecrübeyle yerleşen birşeydir. Bu özel durumu nedeniyle de, foto-muhabirlik ya da habercilik herkesin yapabileceği bir iş değildir.
Deklanşöre bastığı an, fotoğrafçının kafasındaki tek düşünce, görüntülediği anın kalıcılaşmasıdır. Hayat kurtarmayı fotoğrafçı da herkes kadar ister. Ancak, zor koşullarda çalışan foto-muhabirin öncelikli misyonu o anı görüntülemektir. Bu nedenle fotoğrafçı, davranışlarının otomatikleştiği o anda yaptığı ya da yapmadığı şeylerden dolayı sorgulanmamalıdır.
Coşkun Aral
sevgili kris,bu fotoğraf çok uzun bir zaman önce bana da bir maille ulaşmıştı.o günü hiç unutamam.şimdi tekrar o anı yaşadım.gördüğüm andaki duygu ve düşüncelerimi ifade etmem mümkün değil.neler geçirdim aklımdan neler,ilk hissettiğm duygu da suçluluk duygusuydu ve tabii ardından kendi çocukllarımı düşündüm, onların bazen önlerine gelen yemekleri beğenmediklerini veya yarım bıraktıklarını hatırladım, kalan yemekleri nasıl da sıfır farkındalıkla çöpe döktüğümüz anlar vs.sana daha onlarca ziyan olan yemek örneği sayabilirim.aslında dünyada açlığı önleyecek kadar yemeğin çöpe gittiğini hepimiz biliyoruz.fakat öte yandan dünyadaki hızla artan nüfusa baktığımda bunun da doğanın bir dengesi olabileceğini düşünmekten kendimi alamıyorum,bu düşünce bana her ne kadar acı verse de maalesef içinde yaşadığımız dünyanın büyük bir gerçeği olduğunu üzülerek kabul ediyorum.
BeğenBeğen
Sayın Zeynep;
Dünyanın bir bölgesinde insanlar tüketim çılgını olurken bir bölgesinde bir yudum suya muhtaç olmalarının dünyanın dengesine bağlamak iyimserliktir. Baştan insanların ölümünü kabullenmektir. “Benim lüks ve israf içinde yaşamam için onlar ölmesi gerekli, ben onlara yardım edemem” fikrinin bir başka ifadesidir.
Fikrinizden dolayı size acıyorum.
BeğenBeğen